TÂĞÛT KİMDİR? – KUR’AN’A GÖRE AZGINLIĞIN VE SAPKIN OTORİTENİN ADI

 TÂĞÛT KİMDİR? – KUR’AN’A GÖRE AZGINLIĞIN VE SAPKIN OTORİTENİN ADI

Kur’an üzerine düşünen herkesin dönüp dolaşıp mutlaka karşılaştığı bazı kavramlar vardır. Bunlardan biri de “tâğût” kelimesidir. Ne var ki, bu kelime zamanla soyutlaşmış, yalnızca eski kavimlere ya da mitolojik figürlere aitmiş gibi algılanmıştır. Oysa Kur’an, tâğûtun sadece bir dönemle sınırlı olmadığını, her çağda insanın karşısına çıkabilecek azgın bir otorite biçimi olduğunu vurgular.

Peki, Kur’an’a göre tâğût kimdir? Ne yapar? Hayatın neresinde karşımıza çıkar?

Bu soruları birlikte, Kur’an’daki ayetleri rehber edinerek konuşmakta fayda var.


Öncelikle kelimenin kökeniyle başlamak gerekir. Tâğût, “azmak, sınırı aşmak” anlamına gelen “tağa” fiilinden türemiştir. Allah’ın koyduğu sınırları hiçe sayarak kendi otoritesini kuran, insanların hayatlarına hükmeden, yöneten, yönlendiren her şeye Kur’an tâğût der. Bu bir kişi olabilir, bir sistem olabilir, bir kurum olabilir, hatta bir fikir, bir gelenek, bir alışkanlık bile olabilir.

Kur’an’da tâğût kelimesi doğrudan 8 kez geçer. Ama bu kelime geçmese bile, tâğûtun tarif edildiği pek çok örnek yer alır. Gelin bu ayetlere birlikte bakalım.


“Dinde zorlama yoktur. Artık doğruluk, sapıklıktan ayrılmıştır. Kim tâğûtu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam bir kulpa tutunmuştur...”
(Bakara 256)

Kur’an bu ayetle net bir çerçeve çizer: İman sadece Allah’a yönelmekle başlamaz, tâğûtu reddetmekle başlar.
Yani bir insan, Allah’a inandığını söylüyorsa ama hayatında hâlâ tâğûtun hükmü varsa, bu iman eksiktir.
Bu sebeple, Allah’a giden yolun ilk adımı tâğûtla araya mesafe koymaktır.


Bir başka ayette şöyle der:

“Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Tâğût’un hükmüne başvurmak istiyorlar. Oysa onu inkâr etmekle emrolunmuşlardı...”
(Nisâ 60)

Bu ayet, iman iddiasında bulunanların bile tâğûtun hükmüne başvurabildiğini gösterir.
Yani dille “Kur’an’a inanıyorum” demekle olmuyor.
Eğer bir insan, herhangi bir konuda Allah’ın hükmü yerine başka bir otoriteye gidiyorsa — ister bu bir kişi, ister bir kurum, ister bir gelenek olsun — Kur’an’a göre tâğûta yönelmiştir.

Bu noktada şunu sormak gerekir:
Bugün insanlar hangi hükmü esas alıyor?
Allah’ın gönderdiği ayetleri mi, yoksa bir mezhebin içtihadını mı?
Kur’an’daki ifadeleri mi, yoksa bir tarikat şeyhinin sözlerini mi?
Eğer tercihler Kur’an dışındaki kaynaklara kayıyorsa, bu bir tür tâğût otoritesine boyun eğmektir.


“İnananlar Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler ise tâğût yolunda savaşırlar.”
(Nisâ 76)

Kur’an bu ayetle inananlarla inkârcılar arasında temel farkı ortaya koyar:
İnananlar adalet için mücadele ederken, inkârcılar azgın sistemler, çıkarlar ve sahte otoriteler uğruna savaşır.
Burada savaş sadece fiziksel anlamda değil; hayatın tüm mücadele alanları kastedilir.

İnsan hangi sözün tarafında duruyor, hangi değeri savunuyor, hangi kurala itaat ediyor?
Bu soruların cevabı, tâğûtun tarafında mı Allah’ın safında mı olduğumuzu gösterebilir.


“Her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğûttan sakının’ diye bir resul gönderdik...”
(Nahl 36)

Kur’an, tarih boyunca gelen tüm elçilerin iki ortak görevi olduğunu söyler:

  1. Allah’a kulluk çağrısı yapmak,
  2. Tâğûttan sakındırmak.

Yani dinin özü, yalnızca Allah’a yönelmek değil, aynı zamanda yanlış otoriteleri terk etmek demektir.
Bu da gösteriyor ki, bir toplumun gerçek anlamda Allah’a yönelmesi, tâğûtun etkisinden kurtulmasıyla mümkündür.


“Tâğûta kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a yönelenlere müjde vardır.”
(Zümer 17)

Burada Kur’an müjdeyi kime veriyor?
Allah’a yönelenlere mi? Evet.
Ama öncesinde tâğûta kulluk etmeyenlere...
Yani sadece Allah’a yönelmek yetmiyor; önce yanlış otoriteleri reddetmek gerekiyor.

Bugün bazı insanlar, bir hocanın, bir şeyhin, bir mezhebin ya da liderin sözünü Allah’ın ayetlerinin önüne koyuyorsa, aslında farkında olmadan tâğûta boyun eğmiş oluyor.
Bu bir secde değil ama bir teslimiyet biçimidir.
Ve Kur’an, buna açıkça “tâğûta kulluk” der.


“Yoksa cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?”
(Maide 50)

Tâğût, sadece bir şahıs ya da dini lider değildir.
Bazen bir anayasa, bir devlet düzeni, bir toplum yapısı, bir gelenek bile olabilir.
Eğer Allah’ın hükümleri yerine insan eliyle konmuş başka kurallar öne çıkarılıyorsa, Kur’an buna “cahiliyenin hükmü” der.
Ve bu da açıkça tâğûtun hükmüdür.


“Onlar, hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan ayrı rabb’ler edindiler...”
(Tevbe 31)

Kur’an burada bir noktaya daha parmak basar.
Din adamları Allah’tan başka rabb edinilmiş olabilir.
Bunu yaparken kimse secde etmemiştir belki ama onların söyledikleri, Allah’ın sözünün önüne geçirilmiştir.
Bu, şirkle eşdeğer bir tutumdur.
Aynı durum bugün de yaşanıyor.
Birinin sözü ayetin önüne geçiriliyorsa, orada tâğûtlaşma başlamıştır.


Sonuç olarak...

Kur’an’a göre tâğût:

  • Allah’ın hükmünü geçersiz sayan, kendi otoritesini kuran her kişi, kurum, sistem ya da anlayıştır.
  • İnanan kişi, önce tâğûtu reddetmeli, sonra Allah’a yönelmelidir.
  • Tâğût sadece geçmişte yaşamış azgın hükümdarlar değildir; günümüzde de her alanda, her toplumda, her inanç sisteminde yer bulabilir.
  • Mezhepler, tarikatlar, gelenekler, devlet düzeni, siyasi sistemler ve hatta bir grup lideri bile tâğût hâline gelebilir.
  • Allah’a kul olmanın yolu, bu sahte otoriteleri terk etmekten geçer.

Kur’an’ın yolu berraktır. Bu yolda yürümek için önce “evet” demek gerekir Allah’a.
Ama bu “evet”in anlam kazanması için, aynı zamanda bir “hayır” da gereklidir:
Tâğûta hayır.



Gerçek olan Allah’ın lütfu, hata ise benim aczimdendir.

 

Aydın Orhon

Kur’an Ahlakıyla Yaşamak: Haberden Gıybet'e, Zan’dan Hoşgörüye

 Kur’an Ahlakıyla Yaşamak: Haberden Gıybet'e, Zan’dan Hoşgörüye


Kardeşim, dikkat ettin mi hiç?
Kur’an’ın çok büyük bir kısmı yalnızca inanç ilkelerini değil, aynı zamanda nasıl bir insan olmamız gerektiğini de anlatır.
Sadece ibadetleri değil, ilişkileri düzenler.
Sadece Allah’a iman etmeyi değil, insanlara adaletle davranmayı da öğretir.

Bugün gel birlikte Kur’an’dan aldığım birkaç ayete bakalım ve bu ayetlerin bizi nasıl bir ahlaka çağırdığını konuşalım.


Bak ilk olarak Hucurât Suresi’nden bir ayet geliyor:

“Ey iman edenler! Fasık bir kimse size bir haber getirdiğinde onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa zarar verirsiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât 49:6)

Bu ayet aslında sadece bir haberi değerlendirme kuralı değil, çağımızın sosyal medya ahlakını da içine alır.
Biri bir söylenti mi getirdi? Bir paylaşım mı yaptı? Önce dur!
Araştır.
Kime hizmet ediyor bu haber? Gerçek mi?
Hemen inanmak, sonra da paylaşmak bize yakışır mı?
Kur’an, “araştırın” diyorsa, sorgulamadan inanmak iman değil, gaflettir.

Peki ya çatışmalar?
Birbirimize düştüğümüzde ne yapmalıyız?
Kur’an burada da yol gösteriyor:

“Eğer müminlerden iki grup birbirine girerse, aralarını düzeltin. Eğer biri diğerine saldırırsa, saldıranla savaşın; ta ki Allah’ın emrine dönsün. Dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin. Çünkü Allah adaleti sevenleri sever.” (Hucurât 49:9)

Burada dikkat çekici olan şu:
Barışı sağlamak sadece bir tercih değil, bir sorumluluktur.
Ama öylesine bir barış da değil bu…
Adaletle sağlanan bir barış!
Taraf tutmadan, kayırmadan, adil davranarak...

Ve Kur’an bir adım daha atıyor, sadece çatışmayı değil, barış içinde bir toplum inşa etmeyi de öğretiyor:

“Birbirinizle alay etmeyin… Birbirinize lakap takmayın...” (Hucurât 49:11)

Kardeşim, bu ayet sanki bugün sosyal medyaya inmiş gibi.
Biri farklı mı düşünüyor?
Hemen alay ediliyor.
Hemen lakap takılıyor: “şucu, bucu, kafir, mürted, yobaz, zındık...”
Ama Kur’an ne diyor?
“Birbirinizle alay etmeyin.”
Çünkü iman, kibirle değil, tevazuyla yaşanır.
İnanan insan başkasını küçük görmez.

Sonra bir uyarı daha geliyor:

“Zandan sakının. Zira bazı zanlar günahtır.”
“Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın.”
“Birbirinizin gıybetini yapmayın.” (Hucurât 49:12)

Ne kadar net, değil mi?
Kur’an bize diyor ki, içinden bile suizan etme!
Birini gizlice araştırma, dedikodusunu yapma, arkasından konuşma!
Çünkü bu sadece onun hakkını ihlal etmek değil, aynı zamanda kendine olan saygını da yitirmektir.

Gıybeti tarif ederken Kur’an benzetme bile yapıyor:

“Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır?” (49:12)

Bu nasıl bir benzetmedir ki, insanın içi ürperiyor…
Gıybet etmek, insan eti yemek gibi!


Peki, tüm bu davranışların zemini ne?
Yani bu ahlaki değerleri taşıyan bir insanın iç dünyasında ne olmalı?

İşte Âl-i İmrân 159. ayet bu sorunun cevabıdır:

“(Ey Elçi!) Allah’ın rahmetiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet, bağışlanmaları için dua et...” (Âl-i İmrân 3:159)

Bu ayet, aslında sadece bir elçiye değil, hepimize mesaj verir:
Kaba olma!
Kırıcı olma!
Yumuşak ol ki kalplere dokunabilesin.

Ve son olarak dinler arası hoşgörü…
Bir başkasının inancını küçümsemek, kutsalına hakaret etmek de imanla bağdaşmaz:

“Onların Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeden ve haddi aşarak Allah’a sövmesinler.” (En'âm 6:108)

Düşünsene, Kur’an başka inanç sahiplerine bile hakareti yasaklıyor.
Niye?
Çünkü karşılıklı saygı olmadıkça ne barış olur, ne de tebliğ.
Tebliğ bağırarak değil, incelikle olur.


Şimdi düşün kardeşim:
Bize ne olmuş da, bu ayetlerle şekillenen bir toplum yerine; birbirini küçümseyen, araştırmadan konuşan, gıybeti sevap sanan bir toplum haline gelmişiz?
Kur’an’ı gözümüzün önüne koymak yerine, sadece raflara mı yerleştirmişiz?

Oysa çözüm belli:
Kur’an ahlakıyla ahlaklanmak.
Yani, haber araştırmak, gıybetten uzak durmak, zandan sakınmak, hoşgörülü olmak, adaletli olmak, birbirimizi kırmamak…
İşte Müslüman dediğin insan bu olmalı.


 

Doğrularım Allah’ın yanlışlarım benimdir.

Aydın Orhon

Aydinorhon.com

Kur’an’ı Anlamanın İlk Şartı: Zihni Temizlemek

Kur’an’ı Anlamanın İlk Şartı: Zihni Temizlemek

Kardeşim, istersen ilk adımı birlikte atalım. Gel önce kendi içimize bir bakalım. Çoğumuz farkında bile olmadan Kur’an'ı anlamaya başlarken zihinlerimizde koca bir tortu taşıyoruz. Bu tortu nereden geliyor, biliyor musun? “Biz atalarımızdan böyle gördük” diyerek her şeyi sorgusuz sualsiz kabul etmemizden. Yani aynen Mekkeli müşrikler gibi.

Bak, düşün bir. Dinimizi nereden öğrendik? Çoğunlukla mahallemizdeki cami hocasından, annemizden, babamızdan, dedemizden, ya da herhangi bir cemaatten… Kulaktan kulağa aktarılan bir din anlayışı bu. Hani dünya işleri olur da, önemli olanları kendimiz yapmak isteriz ya, çünkü sonucu riske atmak istemeyiz, güvenemeyiz. Ama gel gör ki sonsuz hayatımızı, yani ebedi geleceğimizi, hiç sorgulamadan başkalarının ellerine bırakmışız. Üstelik bu kişilerin bizi yanlış yöne sevk etme ihtimalini bile hiç düşünmemişiz.

Korkunç olan şu: Allah’a yaklaşmaya çalışırken, belki de ondan daha da uzaklaştık. Şirk bataklığında boğulma riskini aklımıza bile getirmedik. Çünkü kafamız “atalarımızın dini” ile doluydu. Yeni bir bilgi geldiğinde hemen tepki gösteriyoruz. O kadar istem dışı bilgi yerleşmiş ki, farklı bir şey duyunca sanki düşmanlık hissediyoruz. O yüzden önce bu yükü sıfırlamak lazım. Dini, yani inancı, baştan, Kur’an’a göre yeniden inşa etmemiz gerekiyor.

Bunu nasıl yapacağız peki? Kur’an’ı tane tane, anlayacağımız dilden, düşünerek okuyacağız. Parça parça değil; bütünüyle bakacağız. Bir ayeti çekip çıkarıp, o ayetin anlamına göre iman edersek, tıpkı meşhur Bektaşi örneğindeki gibi yanılabiliriz: “Namaza yaklaşmayın…” diyen ayetin devamı okunmadığında, nasıl yanlış anlaşılırsa işte biz de öyle bir tuzağa düşeriz.

Bak Nisa Suresi 43. ayet şöyle diyor:

“Ey iman edenler! Sarhoş iken –ne söylediğinizi bilinceye kadar– ve cünüpken –yolcu olmadıkça gusledinceye kadar– namaza yaklaşmayın.”

Bu ayeti bağlamından koparırsak, çelişkili bir din algısı oluşur. Oysa Kur’an’da çelişki olmaz. Konu hakkındaki tüm ayetleri bir araya getirip, birbiriyle nasıl örtüştüğünü düşünmeliyiz. “Kur’an ne diyor?” sorusunun ötesine geçip, “Kur’an ne demek istiyor?” sorusunu sormalıyız.

Bir diğer önemli konu da nebi ve resul kavramı. Bunu karıştıran çok kişi var. Kısaca şöyle açıklayalım: Muhammed, vahiy alırken nebi, bu vahyi insanlara aktarırken resul olur. Yani nebi, Muhammed’in unvanı, resul ise görevidir. Her nebi bir resüldür ama her resül bir nebi değildir. Bu farkı iyi anlamadan ayetleri doğru okuyamayız.

Detaylı açıklamayı istersen şu adresten inceleyebilirsin:
🔗 aydinorhon.com’a girin. Sorgulama penceresine “nebi resül” yazın ve sorgulayın. Çıkanlar içindeki makaleyi inceleyin.

Bir başka önemli konu da vahyin indiği zaman ve koşulları. Mekki mi, Medeni mi? Hangi olaylar üzerine inmiş? Bunlar önemli ancak şunu da unutmayalım; Kur’an sadece indiği güne özel bir kitap değil. Evrensel bir kitap. Tüm zamanlara hitap ediyor.

Mesela Ahzab Suresi 72. ayette şöyle diyor:

“Doğrusu biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalim, çok cahildir.”

Sadece bu ayeti alırsak, insanın zalim ve bilgisiz olduğunu düşünebiliriz. Ama hemen İsra 70’e bakalım:

“Andolsun, biz Ademoğlunu yücelttik; onları karada ve denizde taşıdık, güzel rızıklarla rızıklandırdık, yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”

Burada da tam tersine bir ifade var gibi değil mi? Sanki çelişki var. Ama Kur’an’da çelişki olmaz. İşte Lokman Suresi 13. ayet bu konuda kilit:

“Ey oğlum! Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk, gerçekten büyük bir zulümdür.”

Demek ki, Ahzab 72’deki “zalim” tanımı, şirke düşen insanlar için kullanılmış. Yani insanın hem iblis yönü var (zalim ve cahil), hem de takva yönü var (üstün kılınmış). Hangisini yaşarsak, o yönümüz öne çıkıyor. Bu yüzden sadece bir mealden hüküm vermemek lazım. Diğer meallere de bakmalı, aklımızı kullanmalıyız.

Nahl Suresi 12. ayet bize bunu hatırlatıyor:

“O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O’nun emriyle hareket eder. Bunlarda aklını kullananlar için deliller vardır.”

Bir örnek daha verelim: Enfal Suresi 28. ayet. Bak bir meal şöyle diyor:

“Ve iyi bilin ki mallarınız, evlatlarınız bir fitnedir. Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.”

Buraya bakarsak, çocuklar fitnedir diyebiliriz. Ama Allah bize evlatlarımızı bir bela olarak mı verdi? Elbette hayır. O çocuklar karşısında nasıl davrandığımızla ilgileniyor. Eğer onları Allah’tan fazla seversek, onları putlaştırırsak işte o zaman bu sevgi bizi şirke götürür. Allah’ın uyarısı bu.

Aynı ayetin daha isabetli açıklamasında şöyle denir:

“Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise şüphesiz Allah katındadır.”

Görüyor musun? Farklı çeviriler bile anlamı ne kadar değiştirebiliyor. O yüzden Kur’an’ı anlamak ciddi bir sorumluluk. Kafamızı boşaltmadan, sorgulamadan, yalnızca ezberle hareket ederek bu iş olmaz. Önce niyetimizi düzeltmeliyiz: Gerçekten anlamak için yola çıkmalı, Kur’an’a kulak vermeliyiz.

Doğrularım Allah’ın, Yanlışlarım Benimdir.

Aydın Orhon

aydinorhon.com

 

Düşünmeyen Bir Beyin, Kiralık Bir Köledir


Düşünmeyen Bir Beyin, Kiralık Bir Köledir

 

Hayat bazen biz fark etmeden başkalarının ellerine geçer. Sözde özgür olduğumuzu sanırız ama aslında başkalarının fikirleriyle düşünüyor, başkalarının değerleriyle yaşıyor, başkalarının yazdığı hayat senaryosunu oynuyoruz. Peki, bu zinciri kırmak için ne gerekir? Cevap basit ama sarsıcı: düşünmek. Kur’an’a göre düşünmeyen bir insan, gerçekten de aklını kiraya vermiş bir köledir. İradesi ipotek altındadır; zihni özgür değildir.

Bakın, Kur’an bu konuda nasıl bir uyarıda bulunuyor:
“Allah, aklını kullanmayanları pislik içinde bırakır.” (Yunus 10:100)

Pislik... Yani zihinsel bir bataklık. Kör bir bağlılık. Eleştirel düşünceden uzak, öğrenmeye kapalı bir hal. Bu uyarı aslında bizim bugünkü hâlimizi özetliyor. Kendi aklıyla karar veremeyen, başkasının kanaatleriyle şekillenen bir zihin, hem bireysel hem toplumsal çöküşe mahkûmdur.

Kur’an'da ısrarla tekrarlanan ifadelerden biri de şudur:
“Hiç düşünmez misiniz?”
(Bakara 2:44, A’râf 7:176, Enbiya 21:10 ve daha pek çok yerde)

Bu soruya verilecek dürüst bir cevap, bizim gerçekten özgür olup olmadığımızı da gösterir. Çünkü düşünmeyen bir insan kendi kararını veremez, dolayısıyla kendi hayatının efendisi de olamaz.

Bir başka ayette Rabb’imiz şöyle buyurur:
“Onların kalpleri vardır, onunla anlamazlar; gözleri vardır, onunla görmezler; kulakları vardır, onunla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar. Onlar gafillerin ta kendisidir.” (A’râf 7:179)

Bu ayette anlatılan profili düşün: Kalbi var ama duyarsız. Gözü var ama bakıyor görmüyor. Kulağı var ama gerçeği işitemiyor. Çünkü düşünme melekesi körelmiş. İçsel yönelimini, zihinsel berraklığını kaybetmiş. İşte bu yüzden “kiralık bir köle” ifadesi tam yerini buluyor.

Kölelik sadece fiziksel değildir. Zihinsel kölelik, çok daha tehlikelidir. Çünkü insan bu durumda tutsak olduğunu bile bilmez. Modern çağda düşünmeyen zihinler, tüketim kültürünün, ideolojilerin, sahte liderlerin, gelenek kalıplarının esiri hâline gelir. Ve bu esareti kutsar.

Kur’an bir başka yerde bu durumu şöyle ifade eder:
“Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinden gidiyoruz.” (Zuhruf 43:22)

Bu ayet, düşünmeden sürüye katılanları anlatıyor. Sorgulamayan, akıl süzgecinden geçirmeyen, sadece “öyle gelmiş, öyle gider” diyen bir zihniyet... Allah, bu zihniyeti yeriyor. Çünkü özgür irade, ancak düşünmeyle ortaya çıkar.

Bakın, düşünmenin ne kadar hayati olduğunu gösteren başka bir ayete:
“De ki: Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Kulaklara ve gözlere kim malik? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşleri kim düzenliyor? ‘Allah’ diyecekler. O hâlde ‘sakınmaz mısınız?’” (Yunus 10:31)

Allah burada düşünmeyi davet ediyor: O kadar apaçık gerçekleri görüyorsunuz ama hâlâ neyi bekliyorsunuz?

Bu çağrının bir başka versiyonu da şu şekildedir:
“Gerçeği düşünüp ibret alasınız diye, ayetlerimizi detaylandırıyoruz.” (En’âm 6:126)

Yani ayetlerin amacı, bir kitap ezberletmek değil; zihni özgürleştirmektir. Aklını çalıştırmayanın ne imanı sahici olur ne de vicdanı diri kalır.

O yüzden şöyle soralım:
Düşünmekten kaçan bir beyin, kimin kölesi olur?

Cevap basit: Kendinden başka herkese.

Fikir önderi zannettiği kişilere…
Mezhep imamlarına…
Dedelere, şeyhlere…
Kitle kültürüne…
Algıya…
Televizyona…
Ve ne acıdır ki bazen şeytana. Kur’an bunu da açıklar:
“Şeytanın dostlarıyla savaşa girin, çünkü onların hilesi zayıftır.” (Nisâ 4:76)

Ama sen düşünmezsen, o zayıf hile bile seni esir alabilir.

Düşünmeyen bir beyin, yürüyen bir esirdir.
Sorgulamayan bir akıl, kendini başkalarına kiralamıştır.
Ve Allah, böyle bir köleliği istemez.

Çünkü insanı yeryüzünde halife olarak yaratan O’dur.
Akıl verdi, vicdan verdi, irade verdi.
Ki kullar başkalarına değil, sadece O’na teslim olsunlar.

Unutma:
Gerçek özgürlük, düşünerek başlar.
Ve düşünmek, Kur’an’a göre ibadettir.

Doğrularım Allah’ın yanlışlarım benimdir.

Aydın Orhon

aydinorhon.com

 

Yunus’un Balığı Neydi? Nimette Boğulmak mı, Hakkı Unutmak mı?

 Yunus’un Balığı Neydi? Nimette Boğulmak mı, Hakkı Unutmak mı?

Kur’an’da geçen Yunus kıssası, pek çok insanın zihninde balık tarafından yutulan bir nebinin mucizevi kurtuluşuyla yer etmiştir. Hatta bu anlatım o kadar yerleşmiştir ki, kıssanın asıl verdiği mesaj çoğu zaman gözden kaçar. Oysa Kur’an’daki anlatım sadece bir doğaüstü olayı tasvir etmek için değil, insanın yaşadığı içsel sıkışmaları, yönsüzlüğü, pişmanlığı ve tekrar doğruya dönüşünü resmetmek içindir.

“Yunus’u da an. Hani o öfkeyle gitmişti ve Bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde: ‘Senden başka ilah yoktur, Sen yücesin, gerçekten ben zalimlerden oldum’ diye seslenmişti.”
(Enbiyâ 21:87)

Bu ayeti dikkatle ele alalım. Buradaki “karanlıklar” ifadesi ilk bakışta balığın karnının karanlığı gibi anlaşılır. Ancak Kur’an’da kullanılan mecaz dili göz önünde bulundurulduğunda, bu karanlıkların daha çok Yunus’un yaşadığı içsel buhranı, ruhsal yönsüzlüğü ve geçici gafleti temsil ettiği açıktır. Çünkü bir insanın fiziksel olarak balığın içinde, suyun altında günlerce yaşaması, biyolojik olarak mümkün değildir. Bu da kıssanın mecazî bir anlatım olduğunu ve asıl odak noktasının fiziksel olay değil, manevî dönüşüm olduğunu gösterir.

Yunus’un “öfkeyle gitmesi” de basit bir yolculuk değildir. O bir nebiydi, kavmine Allah’ın mesajını iletmekle sorumluydu. Ama halkı uyarılara kulak asmadığında sabrı zorlandı, belki de görevini bırakmayı düşündü. İşte bu noktada yaptığı davranış, Kur’an’ın deyimiyle bir tür “zalimlik”ti. Yani sadece başkasına değil, kendi nefsine karşı da bir haksızlıktı.

Yunus’un yaşadığı süreç bir hata, bir yalnızlık ve ardından gelen büyük bir içsel dönüşüm sürecidir. Kalem Suresi’nde bu durum şöyle anlatılır:

“Eğer Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı, kınanmış bir hâlde açık bir yere atılacaktı. Fakat Rabbi onu seçti ve salihlerden kıldı.”
(Kalem 68:49-50)

Burada geçen “nimet”, içinde bulunduğu gaflet hâlinden çıkarılıp yeniden Allah’a yönelmesi, hatasını kabul etmesi ve içtenlikle dua etmesidir. Yani o “balığın karnı”, aslında kişinin dünyaya daldığı, ne için yaşadığını unuttuğu, hakikatten uzaklaştığı hâlidir.

Bugün biz de Yunus gibi bir balığın içindeyiz desek abartmış olmayız. Modern hayatın koşturmacası, tüketim çılgınlığı, sürekli bir şeylere yetişme baskısı, başarıya endeksli yaşam tarzı… Tüm bunlar bizi içsel bir karanlığa sürükleyebiliyor. Yunus’un yaşadığı yönsüzlük, zaman zaman bizim de başımıza geliyor. Yani “balık” her zaman büyük bir deniz canlısı olmak zorunda değil. O balık; aşırı konfor, kariyer tutkusu, alışkanlıklar, hatta bazen sevdiklerimizin beklentileri olabilir. Hepsi bizi yavaş yavaş yutar, içsel yönümüzü kaybettirir.

Ama tıpkı Yunus gibi biz de Allah’a yönelerek, hatamızı kabul ederek, teslimiyetle dua ettiğimizde kurtuluş kapısı aralanır. Bakın ne diyor Kur’an:

“Biz de onun duasını kabul ettik, onu kederden kurtardık. İşte biz, iman edenleri böyle kurtarırız.”
(Enbiyâ 21:88)

Bu sadece Yunus’a özel bir lütuf değildir. Aynı şekilde yönünü kaybeden, pişmanlık duyan ve Allah’a dönmek isteyen herkes için geçerlidir. Burada kilit nokta şudur: Yunus sadece dua etmekle kalmadı, aynı zamanda içtenlikle hatasını kabul etti. “Gerçekten ben zalimlerden oldum” dedi. Suçu dışarda aramadı, bahane üretmedi, “Ama onlar beni dinlemedi” demedi. Dürüstçe, tüm yükü üzerine aldı. İşte tevbe budur. Ve samimi bir tevbenin önünde hiçbir engel duramaz.

Aynı dua bizler için de bir örnektir:

“Senden başka ilah yoktur. Sen yücesin. Gerçekten ben zalimlerden oldum.”

Bu duanın üç ayağı vardır:

  1. Tevhid: “Senden başka ilah yoktur.”
  2. Tesbih: “Sen yücesin.”
  3. İtiraf: “Gerçekten ben zalimlerden oldum.”

Bu kadar sade, bu kadar güçlü bir dönüş cümlesi olur mu? Kur’an gösteriyor ki, olur. Çünkü mesele lafın uzunluğu değil, kalbin derinliğiyle ilgilidir.

Kur’an’ın ifadesiyle Allah, Yunus’u hem bağışlamış hem de tekrar seçmiştir:
“Rabbi onu seçti ve salihlerden kıldı.”
(Kalem 68:50)

Bu bize şunu gösterir: Hata yapan insanın değersizleştiği değil, samimiyetle dönenin yeniden yüceltildiği bir sistemde yaşıyoruz. Allah’ın sistemi hatasızlar için değil; hatasını fark edenler içindir. Yunus, düşmüş ama ayağa kalkmayı bilmiş ve Allah’ın seçtiği kullar arasında yer almıştır.

Bugün kendi hayatımıza baktığımızda, her birimiz zaman zaman Yunus gibi davranıyoruz. Sabırsızlık ediyoruz, hemen sonuç istiyoruz, Allah’ın takdirini beklemeden hareket ediyoruz. Sonra da kendimizi “karanlıklar içinde” buluyoruz. Ama bu kıssa bize diyor ki: Umutsuzluk yok. Yeter ki dönmeyi bil.


Sonuç olarak:
Yunus’un kıssası bir kurtuluş hikâyesinden çok, bir fark ediş ve uyanış kıssasıdır. Balık bir semboldür. Karanlıklar birer mecazdır. Ve dua, bu karanlıkların ortasında yakılan içsel bir ışık gibidir. Bu ışık, her birimize yol gösterebilir. Yeter ki o iç sesi bastırmayalım, yönümüzü kaybettiğimizde dönmekten çekinmeyelim.

Doğrularım Allah’ın, yanlışlarım benimdir
Aydın Orhon
aydinorhon.com

 

Salatın Sadece Şekli Değil, Ruhu da Kur’an’dadır.

 Salatın Sadece Şekli Değil, Ruhu da Kur’an’dadır.

Kur’an’a göre salat nedir? Yaslanmak, destek olmak, desteklemek… Salat kelimesi cümlede tek başına gelmişse, doğrudan “namaz” olarak çevrilmemelidir. Bu kelime, bağlama göre “kulluk yapmak”, “ibadet etmek” ya da “birinden yana olmak” gibi anlamlara gelir. Kur’an’da geçen salli, yusalli, musalli gibi türevleri, eğer “ikame” fiiliyle birlikte değilse, bunları doğrudan belli bir ibadete indirgemek sağlıklı bir okuma değildir. Ama “ikame” fiiliyle birlikte kullanıldığında —ekame’s-salâh, yukîmûnes-salâh gibi ifadelerle— bu durumda salat, artık şekli belirli, vakitli, bedensel ve bilinçli bir ibadeti işaret eder. Yani burada namazdan söz edebiliriz.

(Yukarıdaki tanım Mehmet Okuyan’ın bir videosundan alınmıştır.)

Salat, Allah’tan yana olmak kaydıyla, O’nun rızasını kazanmak adına yapılan her tevhid eylemini kapsar. Yani sözlü bir dua, fiilî bir yardım, içsel bir yöneliş ya da bedensel bir ibadet; hepsi niyete ve bağlama göre salat olabilir. Bu yönüyle salat, tek katmanlı bir kavram değil, çok boyutlu bir bilinç halidir.

Bugün “salat” kavramı üzerine farklı yaklaşımlar bulunuyor. Kimi sadece dua, kimi sadece namaz olarak görürken; bazıları sosyal yardım anlamını ön plana çıkarıyor. Ancak Kur’an’a bütüncül bakıldığında, salatın hem ruhsal hem bedensel boyutu olan, hem içten yöneliş hem de dışa dönük bir davranış olduğu açıkça görülür. Kur’an, bu ibadetin hem ruhu hem şekliyle nasıl olması gerektiğini birçok ayette açıklar.

Salatın “dua” anlamı da vardır ama onu sadece dua ile sınırlandırmak doğru değildir. Özellikle “ikame” fiiliyle beraber geçtiğinde, salat; kıyam, rükû, secde gibi hareketlerle yapılan ve belirli vakitleri olan fiziksel bir ibadettir. Nitekim İsra 78. ayette şöyle buyrulur: “Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar salatı ikame et. Bir de sabah salatını (ikame et). Çünkü sabah salatı şahitlidir.” Bu, salatın hem vakitli hem de düzenli yapılması gereken bir ibadet olduğunu gösterir.

Bazı çevreler salatın sadece dua olduğunu savunur. Ancak bu görüş, Kur’an’da salatın öncesinde abdest alınması gerektiğini belirten Maide 6 ve Nisa 43 gibi ayetlerle çelişir. Dua için bedensel temizlik gerekmez. Ancak salat için gusül, abdest ve hatta su bulunmadığında teyemmüm şart koşulmuştur. Bu, salatın sadece bir zihin hali değil; fiziksel olarak icra edilen bir ibadet olduğunu gösterir.

Nisa 101-103. ayetlerde ise salatın savaş gibi olağanüstü durumlarda bile terk edilmemesi gerektiği anlatılır. Ayakta, oturarak ya da yan üstü kılınabileceği belirtilir. Bu detaylar, soyut bir dua değil; şekli olan, düzenli yapılan bir ibadeti tanımlar. Nisa 103 şöyle der: “Salat, müminler üzerine vakitleri belirlenmiş bir farzdır.”

Kur’an’da salatla ilgili şekilsel unsurlar da vardır. Rükû, secde, kıyam gibi hareketler birçok ayette yer alır (Bakara 125, Al-i İmran 43, Hac 26). İsra 110. ayette, salatta sesin ne çok yükseltilmesi ne de tamamen kısılması gerektiği belirtilir. Bu da salatın hem içsel hem dışsal yönü olduğunu gösterir.

Kur’an’a göre salat, sadece bu ümmete değil, önceki nebilere de emredilmiş evrensel bir ibadettir. İbrahim (14:40), Musa, İsa (Meryem 31) gibi elçilere de salat ikame etmeleri emredilmiştir. Bu, salatın sadece tüm vahiy sürecinin ortak mirası olduğunu gösterir.

Bazı ayetlerde ise salat, doğrudan dua ya da destek anlamında kullanılır. Ahzab 56’da geçen “Allah ve melekleri, o resule salat ederler” ifadesi, bağışlanma dileği, yüceltme ve destek anlamlarına gelir. Ancak ibadet anlamındaki salat, vakitleri, şekli ve hazırlıklarıyla diğer kullanımlardan ayırt edilir. Bu ayrım, Kur’an’ın bağlam mantığına sadık kalmayı gerektirir.

“Kur’an’da namaz yok” iddiası, bu noktada ciddi bir çelişkiyle karşılaşır: Dua için abdest gerekmez. Cünüpken sadece dua yapılamaz mı? Peki, savaşta bile terk edilmeyen ibadet neden sadece dua olsun? Eğer salat sadece dua olsaydı, kıyam, rükû, secde gibi hareketler neden detaylı anlatılsın?

Kur’an’da salat, kıyamla (2:238), ardından Kur’an kıraatiyle (4:43), sonra rükû ve secdeyle (22:26, 48:29) uygulanan, vakitleri (11:114, 17:78, 30:17-18) belirlenmiş, abdesti (5:6) zorunlu olan, cünüplükten arınmadan yapılmaması emredilen (4:43) bir ibadettir. Bütün bu detaylar, onun bilinçli, hazırlıklı ve düzenli icra edilmesi gereken bir kulluk eylemi olduğunu gösterir.

Kur’an’ın bütününe göre salat; arınma, teslimiyet, zikir, kıraat, saygı, sabır ve toplumsal birlik gibi unsurları içinde barındıran bütüncül bir ibadettir. Zümer 9. ayette gece kıyamda ve secdede ibadet eden kişiden bahsedilmesi, onun fiziksel boyutuna vurgu yapar. Nisa 102’de savaş anında elçinin arkasında saf tutanların secde etmeleri, toplu ibadetin Kur’anî yönünü ortaya koyar.

Fatiha Suresi’nin salatta okunması konusu da burada önemlidir. Hicr 87’de, “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti verdik” denmesi, Fatiha’nın salatın ana duası olduğunu ima eder. Ankebut 45’te “Sana vahyedileni oku” ifadesi ise salatta Kur’an’dan ayet okunması gerektiğini gösterir. Yani bu ibadet, sadece Allah’ı zikir değil; aynı zamanda vahiy ile iletişim kurma sürecidir.

Salat, kişinin yalnızca bireysel yönelişi değil, aynı zamanda ümmet bilinciyle hareket etmesini sağlayan bir bağdır. Cemaatle salat; hem fiziksel birlik hem de ortak bir ruh hali oluşturur. Ancak bu birlik, sadece aynı hareketleri yapmakla değil, aynı anlamı paylaşmakla olur. Kur’an, salatı anlam, bilinç ve teslimiyetle yapılan bir eylem olarak sunar.

Bazı mezhepsel yorumlar, namazın rekat sayılarını ve içeriğini rivayetlerle belirlemiştir. Ancak Kur’an, rekat sayısı gibi detaylar yerine, ibadetin ruhuna, vaktine, amacına ve uygulama ilkelerine odaklanır. Allah’ın emirleri açıktır, salat da bu açıklık içinde kolaylaştırılmıştır (17:9, 54:17, 54:22, 54:32, 54:40). Ancak zamanla bu açıklık, rivayet kültürüyle gölgelenmiş; mezhepler tarafından şekilcilik hâline getirilmiştir.

Namazın bedensel yönleri Kur’an’da kıyam, rükû, secde ile net biçimde tanımlanmıştır. Bu hareketler sadece bedenin değil, kalbin de Allah’a yönelişidir. Maide 6’daki abdest tarifleri de, ibadetin hem iç hem dış temizlikle yapılması gerektiğini gösterir. Nisa 43’te ise “Ne söylediğinizi bilinceye kadar…” uyarısı, ibadetin bilinçle yapılması gerektiğini vurgular.

Salatın bireyi kötülüklerden alıkoyması (Ankebut 45), onun bir eğitim ve arınma süreci olduğunu gösterir. Bu ibadet, sadece bir görev değil, insanın kendini dönüştürdüğü bir süreçtir. Hac 26’da salat için “rükû ve secde” ile birlikte “temizlenme” ve “teslimiyet” unsurları anılır. Böylece salat, hem ahlaki hem de manevi yönden kişiyi şekillendiren bir ibadet olur.

Son olarak şunu da unutmamak gerekir: Diyelim ki bazıları salatın sadece dua olduğunu iddia ediyor. Peki, bir insan bu duayı fiziksel hareketlerle yapıyorsa, Allah onun niyetini boşa mı çıkarır? Tersi doğruysa? Eğer salat; vakitli, bedensel ve sözlü bir ibadetse ve insanlar onu sadece dua sanarak terk ediyorsa… İşte o zaman neyle karşılaşacaklarını Allah bilir.

Kur’an’a göre salat, sadece bir eylem değil, bir hayat biçimidir. En’am 162’de bu açıkça ifade edilir: “Benim salatım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir.” Bu ibadet, hayatın merkezine yerleştirilmiş bir yöneliştir; şekilcilikten çok anlamı ve ruhu önceleyen bir duruştur.

Doğrularım Allah’ın, yanlışlarım benimdir.


Aydın Orhon

 aydinorhon.com

 

Yunus’un Balığı Neydi? Nimette Boğulmak mı, Hakkı Unutmak mı?

 Yunus’un Balığı Neydi? Nimette Boğulmak mı, Hakkı Unutmak mı?

Kardeşim, Kur’an’da anlatılan Yunus kıssası genellikle sadece bir mucize olarak okunur: Yunus’un denize atılması, büyük bir balık tarafından yutulması ve sonra sahile bırakılması... Ancak Kur’an, bu kıssayı fiziksel bir olay olarak değil, derin bir uyarı ve mesaj olarak sunar. Bu yüzden bu anlatımı yüzeysel okumamak, içsel ve mecazî anlamlarını anlamaya çalışmak gerekir. Çünkü Kur’an’da çoğu zaman zahirî ifadelerin arkasında kalplere dokunan derin hakikatler saklıdır.

Yunus’un balıkla imtihanı, Kur’an’da şöyle anlatılır:

“Yunus’u da an. Hani o öfkeyle gitmişti ve Bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde: ‘Senden başka ilah yoktur, Sen yücesin, gerçekten ben zalimlerden oldum’ diye seslenmişti.” (Enbiyâ 21:87)

Burada dikkat çekici olan “karanlıklar” ifadesidir. Bu sadece balığın karnındaki fiziksel karanlık mıdır? Yoksa insanın iç dünyasındaki yönsüzlük, şaşkınlık ve gaflet hâli midir? Kısa bir bilimsel hatırlatma yapmak gerekirse, bir insanın su altında havasız kalma süresi birkaç dakikadan fazla değildir; dakikalar içinde bilinç kaybı yaşanır. Balık karnında günlerce yaşaması ise biyolojik olarak mümkün değildir. Dolayısıyla burada anlatılan, birebir biyolojik bir olay değil, mecazî ve sembolik bir uyarıdır.

Yunus’un “öfkeyle gitmesi” ve Allah’ın ona “güç yetiremeyeceğimizi sandı” demesi, sadece bir yere gitme hareketi değildir. Bu ifadeler, Yunus’un bir anlığına Allah’ın takdirine karşı sabırsızlık göstermesiyle ilgilidir. O, kavminin uyarılara kulak asmaması sebebiyle öfkelenmiş, görev yerini terk etmiştir. Bu öfke hali ve yönsüzlük, onun manevî bir boşluğa düşmesine neden olmuştur.

Kur’an bu durumu başka bir surede şöyle anlatır:

“Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı, kınanmış bir halde açık bir yere atılacaktı. Fakat Rabbi onu seçti ve salihlerden kıldı.” (Kalem 68:49-50)

Buradaki “nimet” neydi? Sadece balığın ağzından kurtulmak mı? Yoksa onun gaflet hâlinden çıkarılarak tekrar Allah’a yönlendirilmesi mi? İşte tam burada anlıyoruz ki, “Yunus’u yutan balık” aslında dünyadaki nimetlerin debdebesi, insanın gaflet içinde kendini hakikatten uzaklaştırmasıdır. O bir karanlığa düştü, yönünü kaybetti, içsel bir sıkışmışlık yaşadı. Ancak Rabbine yöneldi, samimi bir şekilde dua etti ve bağışlandı:

“Yunus... karanlıklar içinde ‘Senden başka ilah yoktur, Sen yücesin, gerçekten ben zalimlerden oldum’ diye seslendi.” (Enbiyâ 21:87)

Bu dua, bir teslimiyetin ve fark edişin ifadesidir. Yunus, kendisini yutan şeyin kendi içsel kararsızlığı ve gafleti olduğunu kavradı. Çünkü hakikate yönelmeden, Allah’la bağ kurulmadan yaşanan her şey, insanı içsel bir boğulmuşluğa sürükler.

Bugün bizler de Yunus gibi denize atılmasak da, hayatın nimetleriyle, dünya meşgalesiyle, konforun cazibesiyle bir “balığın içinde” yaşıyor olabiliriz. O balık; şatafatlı bir yaşam, makam, alışkanlıklar, tutkular olabilir... Ama sonuç hep aynıdır: İnsan Allah’tan uzaklaştıkça içsel bir karanlığa gömülür, yönünü kaybeder. Kurtuluş ise Yunus gibi Allah’a dönmekte, samimiyetle O’nu yüceltmekte ve hatasını kabul etmekte gizlidir.

Kur’an’da Yunus’un en kritik anında yaptığı dua çok sade ama bir o kadar da derindir:

“Senden başka ilah yoktur. Sen yücesin. Gerçekten ben zalimlerden oldum.” (Enbiyâ 21:87)

Bu cümle sadece bir yardım çağrısı değil; aynı zamanda bir iç muhasebenin, bir tövbenin ve bir teslimiyetin özetidir. Yunus bu sözle sadece bulunduğu durumdan kurtulmak istememiş, aynı zamanda hatasını anlamış ve sorumluluğunu da üstlenmiştir.

Düşünsene, bir insan nebi olsa bile, Allah’a karşı sabırsızlık gösterdiğinde, öfkesine yenildiğinde ya da kendi değerlendirmesiyle bir adım attığında dahi, o durumu “zalimlik” olarak niteliyor. Bu herkes için güçlü bir mesajdır. Zalimlik sadece başkasına zarar vermek değil; aynı zamanda kendi nefsine zulmetmek, Allah’ın çizdiği sınırların dışına çıkmak, haddini aşmaktır.

Kur’an bu duayı örnek gösterir:

“Biz de onun duasını kabul ettik, onu kederden kurtardık. İşte biz, iman edenleri böyle kurtarırız.” (Enbiyâ 21:88)

Yani bu sadece Yunus’a özel bir lütuf değildir. Aynı bilinçle Allah’a yönelen herkes için geçerlidir. Kalpten yapılan bir yöneliş, içten bir itiraf ve tevazu dolu bir teslimiyet, Allah’ın rahmetini harekete geçirir.

Kalem Suresi, bu kıssanın en çarpıcı noktalarından birine parmak basar:

“Eğer Rabbinden ona bir nimet ulaşmamış olsaydı, kınanmış bir halde açık bir yere atılacaktı.” (Kalem 68:49)

Bu ifade çok güçlü bir uyarı taşır. Allah’ın rahmeti olmasaydı, Yunus sadece görev yerini terk eden biri değil, kınanmış ve görevden uzaklaştırılmış biri olacaktı. Ama Allah ona rahmet etti, tekrar görevlendirdi ve onu yeniden “salihlerden” kıldı:

“Rabbi onu seçti ve salihlerden kıldı.” (Kalem 68:50)

Bu da bize şunu gösterir: Her insan hata yapabilir. Ama önemli olan hatayı fark edip samimiyetle Allah’a dönmektir. Allah, dönene yolu açar. Yunus’un yeniden seçilmesi, tevbenin ve içtenliğin değerini gösterir. Affedilmekle kalmadı, yeniden görev aldı, yeniden Allah’ın dostluğuna kabul edildi.

İşte bu yüzden Yunus’un kıssası bir “kurtuluş hikâyesi” değil, bir bilinç uyanışıdır. Bu hikâyede balık değil, nimetlerle sarılmış gaflet vardır. Deniz değil, dünyanın karmaşası vardır. Ve sonunda, yeniden yön bulmuş bir kulun, Allah tarafından bağışlanıp yüceltilmesi vardır.

Kardeşim, şimdi düşünelim: Yunus yönünü yeniden bulduktan sonra ne oldu? Kur’an diyor ki: “Rabbi onu seçti ve salihlerden kıldı.” (Kalem 68:50) Buradaki ifade çok güçlüdür. Çünkü bu sadece “affedildi” demek değildir. Bu, onun yeniden Allah tarafından onurlandırıldığını, görevine iade edildiğini ve en önemlisi, bu yaşadığı deneyimin onu daha olgun bir hale getirdiğini gösterir. Yani düşmek, pişman olmak ve tekrar ayağa kalkmak… İşte gerçek salihlik bu süreçte oluşur.

Bazen hayat bizi öyle yerlere savurur ki, artık geri dönemeyeceğimizi, affedilmeyeceğimizi sanırız. Hatalarımıza takılıp kalırız. Ama Kur’an bize diyor ki: “Yeter ki sen dön, Allah seni yine seçer, seni yine yüceltir.” Yunus gibi bir nebi bile öfkesine yenilmişken; biz hata yaptığımızda, eğer samimiysek neden geri dönemeyelim?

Yunus’un kıssasındaki en dikkat çekici yönlerden biri de bu: Allah’ın ona karşı olan tavrıdır. Onu terk etmiyor. Ama hemen de affetmiyor. Araya bir süreç koyuyor. Yunus’un o karanlıklarda pişmesini, düşünmesini, içsel olarak büyümesini bekliyor. Ve o büyüme tamamlandığında, işte o zaman müdahale ediyor. Bu da gösteriyor ki, Allah katındaki değer sadece yaptığın işle değil, içsel farkındalığınla, dönüşünün samimiyetiyle ölçülüyor.

Bugünkü hayatımızda biz de aslında her gün bir “balığın içinden” geçiyoruz. Her sabah gözümüzü açtığımızda bizi yutan bir sürü gündem var: işe yetişmek, faturalar, sosyal medya, insanların beklentileri, kendi arzularımız, doyumsuzluk, kıyaslar… Tüm bunlar modern insanın balığı olmuş durumda. Ve bu balık bizi karanlıklara çekiyor. Ne zaman durup düşünsek, içimizde bir boşluk hissediyoruz. İşte o boşluk, yönsüzlüğün karanlığıdır. Yunus’un karanlığı gibi… O da ne yapacağını bilemediği anda, tüm yönlerini kaybetmişti.

Ama işte umut tam da burada başlıyor. Yunus’un duası gibi bir cümle yeterli olabilir dönüş için. “Senden başka ilah yoktur. Sen yücesin. Gerçekten ben zalimlerden oldum.” Bu cümle ne uzun ne karmaşık. Ne felsefe barındırıyor ne ağır bir tövbe töreni… Sadece yalın bir farkındalık, samimi bir kabullenme ve derin bir yöneliştir. Belki de biz Allah’a ulaşmak için yollar ararken, O zaten bizi bekliyordur. Sadece içten bir dönüşle, büyük bir kapının açılacağını bilemiyoruz.

Kardeşim, bu duanın içeriğine biraz daha dikkat edelim. İlk olarak, “Senden başka ilah yoktur” diyerek Allah’ı teklemiş oluyoruz. Bu bir teslimiyetin ifadesidir. Ardından “Sen yücesin” diyerek Allah’ın hükmünü yüceltiyoruz. Yani benim değerlendirmem değil, Senin hükmün üstün demiş oluyoruz. Ve son olarak “Gerçekten ben zalimlerden oldum” diyerek suçu tüm açıklığıyla kendimize alıyoruz. Bahane yok, suç atma yok, sadece dürüstlük. İşte bu üçlü yapı: tevhid, tesbih ve itiraf. Dönüşün özü burada.

Şunu da unutma: Zalimlik sadece başkasına yapılan haksızlık değildir. En büyük zulüm, kişinin kendi nefsine yaptığıdır. Allah’a rağmen, kendi hevasının peşine gitmek. Vahyin yolunu terk edip, kendi aklıyla kendi yönünü çizmek… Bu da bir nefs zulmüdür. Yunus kıssasında bu çok net görünür. Allah’ın çizdiği sabır çizgisinden sapmak da bir hatadır. Ama önemli olan şu: O hatayı fark edip geri dönebilmek.

Kur’an’da sadece Yunus’un duası değil, ona verilen cevap da çok kıymetlidir:

“Onu kederden kurtardık. İşte biz iman edenleri böyle kurtarırız.” (Enbiyâ 21:88)

Yani bu kıssa evrenseldir. Her dönemde, her insan için geçerlidir. Ne zaman ki insan samimi olur, kalpten Allah’a yönelir, hatasını kabul eder, işte o anda Allah rahmet kapısını açar ve onu sıkıntıdan kurtarır.

Kardeşim, özetle Yunus’un balığı, yani balığın karnında olmak, bizim dünyadaki gafletimize, o nimette boğulmamıza, aslında kendimizi unutmamıza işaret eder. Balığın karnında olmak, manevi bir sıkışmışlık, karanlık ve çıkışsızlık durumudur. Ve herkesin hayatında böyle dönemler olabilir. Önemli olan o karanlıkta kalmamak, Yunus gibi “Senden başka ilah yoktur” diyebilmektir.

Yunus’un kıssası, sadece geçmişte yaşanmış bir olay değil, bugün bizler için de bir rehberdir. Herkesin içinde bir Yunus vardır. Herkesin içinde bir balık… Önemli olan, balığın karanlığında kaybolmamak, Allah’a dönmek ve yoluna devam etmektir.

Doğrularım Allah’ın yanlışlarım benimdir.

Aydın Orhon
aydinorhon.com

 

Formun Üstü

Formun Altı

 

 

 

 

Cehennem Sonsuz mu? Yoksa Bir Gün Boşaltılacak mı?

 Cehennem Sonsuz mu? Yoksa Bir Gün Boşaltılacak mı?

Kardeşim, çevremizde sık sık şöyle sözler duyarız: “Tamam, bazı insanlar cehenneme gidecek ama orası sonsuz değil. Günahı kadar yanar, sonra çıkar.” Bu söz kulağa umut verici gibi geliyor olabilir, ama bir durup düşünmek gerek: Bu gerçekten Allah’ın söylediği bir şey mi? Yoksa bizim kendi temennimiz mi?

Kur’an’a baktığında görüyorsun ki, bazı insanlar gerçekten böyle düşünmüş. Hatta Kur’an bu insanları bizzat bize tanıtıyor. Bak Al-i İmran Suresi 23-24. ayetlerde ne diyor:

“Kendilerine Kitap'tan pay verilenleri görmedin mi? Onlar, Allah’ın kitabına çağrılıyorlar ama içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Çünkü diyorlar ki: ‘Bize ateş sadece sayılı günler dokunacak.’ Uydurdukları şeyler, dinleri hakkında onları aldatmış.”

Bak görüyor musun kardeşim? Bu söz, Kur’an’da aldatıcı bir teselli olarak geçiyor. Hatta Allah bu anlayışı şöyle sorguluyor (Bakara 80):

“Onlar, ‘Sayılı birkaç gün dışında bize ateş asla dokunmaz’ dediler. De ki: ‘Allah’tan böyle bir söz mü aldınız? Allah sözünden dönmez. Yoksa Allah’a bilmediğiniz şeyleri mi isnat ediyorsunuz?’”

Bu ne demek biliyor musun? Allah bize böyle bir söz vermemişse, sen bu sözü nasıl uydurursun? Nereden çıkarıyorsun “birkaç gün yanarız, sonra cennete geçeriz” gibi bir ümidi?

Aslında bu anlayış insanın içsel korkusundan kaynaklanıyor. Sonsuz azap fikri ağır geliyor. Ama Allah’ın rahmetini bahane ederek O’nun adaletini göz ardı etmek bize yakışmaz. Çünkü Allah rahmetlidir ama aynı zamanda adildir. Ayetlerde bu çok açık: İnkâr edenler, zulmedenler, uyarılara kulak asmayanlar için cehennem ebedî bir azap yeri olarak tanımlanıyor.

Mesela Bakara Suresi 39. ayet şöyle der:

“Ayetlerimizi inkâr edenler, işte onlar ateş halkıdır; orada ebedî kalacaklardır.

Aynı ifadeyi Nisa 169’da da görürüz:

“Onların gideceği yer cehennemdir. Orada ebedî kalacaklardır. Bu, Allah’a göre çok kolaydır.”

Burada kullanılan Arapça ifade “hâlidîne fîhâ ebedâ”dır. Yani: “Sonsuza dek orada kalacaklar.” Bu öyle bir kalış ki çıkış yok. Ne azap hafifletilir, ne de umut verilir. Hiçbir ayette “bir gün çıkarlar” gibi bir ümit yok. Aksine, Allah bu ümidi yalanlıyor.

Kardeşim, Kur’an cehennemi tek düze bir yer gibi anlatmaz. Orası katman katman, derece derecedir. Nisa Suresi 145’te Allah şöyle diyor:

“Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar.

Demek ki herkes aynı şekilde cezalandırılmıyor. Ama ne olursa olsun, bu katmanların her biri için “ebedîlik” ortak. Derece farkı azap şiddetinde olabilir, ama süre değişmez.

Ahzab Suresi 64-65. ayetleri de bir bakalım:

“Allah inkârcılara lanet etmiş ve onlar için alevli bir ateş hazırlamıştır. Orada ebedî kalacaklar; ne bir dost bulabilirler ne de bir yardımcı.”

Bu, geri dönüşsüz bir durumdur. Bir daha çıkamayacaklarını bilen bir insanın hâlini düşünsene… Tüm umutlar bitmiş, azap kesintisiz sürüyor. Ölüm bile bir seçenek değil. Taha 74. ayette şöyle deniyor:

“Kim Rabbine suçlu olarak gelirse, ona cehennem vardır. Orada ne ölür ne de yaşar.

Yani yaşamak acı, ama ölmek de yok. Bir insan daha ne kadar çaresiz kalabilir?

Bu çaresizlik Fussilet Suresi’nde daha da belirginleşir. Cehennemdekiler Allah’a yalvarırlar:

“‘Rabbimiz! Bizi çıkar da başka türlü amel edelim.’ Allah da der ki: ‘Size düşünecek kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı gelmedi mi? Artık tadın azabı!’” (Fussilet 28-29)

Kardeşim, Allah öyle bir sistem kurmuş ki, herkes uyarılmış, herkese zaman tanınmış. Ama buna rağmen insanlar gaflette kalmışsa, artık pişmanlık fayda etmiyor. Çünkü ahiret telafi yeri değil, karşılık alma yeridir.

Mü’min Suresi 11-12’de cehennemlikler yine yalvarıyor:

“‘Günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi bir çıkış yolu var mı?’ Allah diyor ki: ‘Hayır. Çünkü siz Allah’a ortak koşulduğunda inandınız, ama O tek olarak anıldığında inkâr ettiniz.’”

Yani “şimdi inandık” demek geçerli olmuyor. Çünkü bu pişmanlık, sonuçlarla yüzleşince ortaya çıkıyor.

Kur’an’ın tüm bu ifadelerinden sonra hâlâ “bir gün çıkarlar” demek, Allah’a iftira etmektir. Zümer Suresi 15 bunu çok net ortaya koyar:

“Kayıpta olanlar, kıyamet günü hem kendilerini hem de ailelerini ziyana uğratanlardır. Dikkat edin! İşte bu, apaçık bir ziyandır.”

Bak kardeşim, sadece kendisi değil, ailesini de kaybediyor. Cehenneme düşen biri için orası yalnızca fiziksel değil, duygusal bir kıyamet haline geliyor.

Bazıları Allah’ın rahmetiyle kendilerini kandırıyor. Oysa Allah’ın rahmeti, dünyadayken yönelenler içindir. Kur’an’ın mantığı budur: Rahmet önce gelir, ama karşılıksız değildir. Allah kimseye zulmetmez; ama kimseyi zorla da cennete sokmaz.


Sonuç olarak kardeşim, Kur’an cehennemi ebedî bir azap yeri olarak anlatır. Bu konuda hem dilsel ifadeler hem de içerik çok nettir. “Sayılı gün” inancı ise uydurma bir beklentidir. Allah böyle bir söz vermemiştir. Kim böyle bir şeyi savunuyorsa, Kur’an’a değil; kendi arzularına inanıyordur.

Allah’ın dediği olur. O sözünden dönmez. O halde biz de bu apaçık uyarılara kulak verelim. Henüz yaşarken önlem alalım. Çünkü bir gün gelecek, dönüş mümkün olmayacak.

Doğrularım Allah’ın, yanlışlarım benimdir.


Aydın Orhon
aydinorhon.com

 

  TÂĞÛT KİMDİR? – KUR’AN’A GÖRE AZGINLIĞIN VE SAPKIN OTORİTENİN ADI Kur’an üzerine düşünen herkesin dönüp dolaşıp mutlaka karşılaştığı bazı ...