Kader: İnsan İradesiyle Yazılan Yolculuk

 Kader: İnsan İradesiyle Yazılan Yolculuk

Kardeşim, kader konusu insanlık tarihi boyunca en çok tartışılan meselelerden biri olmuştur. Çünkü işin içinde hem Allah’ın kudreti hem de insanın özgür iradesi var. Geleneksel anlayış çoğu zaman kaderi “alın yazısı” gibi görmüş, yani her şeyin önceden yazıldığına ve bizim buna sadece seyirci olduğumuza inanmıştır. Oysa Kur’an’a baktığımızda bambaşka bir tabloyla karşılaşıyoruz.

Allah, kimsenin kaderine doğrudan “cennetlik” ya da “cehennemlik” yazmaz. Her birey rüşt yaşına ulaştığında, yani aklı ve iradesiyle karar verecek olgunluğa eriştiğinde, kendi kaderini kendi elleriyle yazmaya başlar. Nitekim İsra Suresi 13. ayette Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Her insanın kaderini (amelini) kendi boynuna bağladık. Kıyamet günü onun için açılmış olarak önüne bir kitap çıkaracağız.”

Görüyor musun? Allah diyor ki, insanın kaderi kendi boynuna bağlıdır. Yani yaptıklarımız, seçimlerimiz, tercihlerimiz… Ne ekersek, onu biçeceğiz.

Rüşt çağına ermek, kişinin artık kendi kararlarını alabilecek bir seviyeye gelmesi demektir. Bu noktadan itibaren Allah, insanı kendi seçimleriyle sorumlu tutar. Nahl Suresi 93. ayette de şöyle buyuruluyor:
“Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Ama siz yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.”

Allah istemese hiçbir şeyin oluşmayacağı kesin. Bu ayeti şöyle algılamalıyız: sapıklık içinde hareket edeni saptırır, doğruyu isteyenleri de hidayete iletir. Demek ki işin merkezinde bizim tercihlerimiz var. Allah bize akıl vermiş, irade vermiş, yol göstermiş. Hangi yolda yürüyeceğimiz ise bize bırakılmış.

Kader ile özgür irade arasındaki ilişki de burada netleşiyor kardeşim. Allah, evreni bir ölçü (kader) ile yaratmış. Bu ölçü, Sünnetullah’tır. Doğa kanunları gibi, toplumsal yasalar gibi değişmeyen düzenler. Ama bu düzende insanın seçimleriyle kaderini etkileme gücü var. Yani Allah, bir çerçeve çizmiş ama bu çerçevenin içinde hangi yolu seçeceğimiz bize kalmış.

Kur’an’da bu hakikat çok açık. Fussilet Suresi 46. ayette Allah buyuruyor:
“Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullara asla zulmedici değildir.”

Allah kimseyi zorla günaha sürüklemez, kimseyi zorla cennete de taşımaz. Herkesin seçimi kendi sonucunu doğurur.

Bir de şunu unutma kardeşim: Kur’an kaderin kişisel sorumlulukla bağlantısını sık sık hatırlatıyor. Zümer 7. ayette şöyle buyruluyor:
“Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O da size yaptıklarınızı haber verir.”

En’am 164’te ise aynı hakikat tekrar ediliyor:
“Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Benim yaptıklarım bana, sizin yaptıklarınız size aittir.”

Demek ki kimse bizim yerimize günah işleyemez, kimse de bizim yerimize sevap kazanamaz. “Benim yazgım böyleydi” diyerek sorumluluktan kaçmak, Kur’an’a ters bir anlayıştır.

Hatta Şura 30’da Rabbimiz çok net söylüyor:
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O, çoğunu da affeder.”

Yani yaşadığımız sıkıntıların önemli bir kısmı kendi seçimlerimizin sonucu. Bunun yanında Allah’ın affediciliği ve merhameti de var; yaptıklarımızın çoğunu bağışlıyor.

Şimdi gelelim kader anlayışının toplumsal hayata etkisine… Yanlış kader anlayışı sadece bireysel değil, toplumsal atalete de sebep oluyor. Bir kişi işini kaybedince “kaderim böyleymiş” diyerek hiçbir çaba göstermiyor. Bir başkası zulme uğradığında “Allah yazdıysa çekeceğiz” diyor. Halbuki Kur’an bize hakkı savunmayı, zulme karşı durmayı, haksızlık karşısında susmamayı emrediyor.

Ra’d Suresi 11’de bu çok açık:
“Bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.”

Toplumların da kaderi kendi elleriyle yazılıyor. Eğer insanlar zulme rıza gösterirse, adaletsizliğe ses çıkarmazsa, kendi durumlarını kötüye çevirmiş olurlar. Ama eğer bilinçlenir, adalet ister, gayret gösterirlerse, kaderlerini güzelleştirmiş olurlar.

Nisa 75’te Rabbimiz şu çağrıyı yapıyor:
“Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu şehirden çıkar’ diyen zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?”

Demek ki Allah bizden pasifliği değil, sorumluluk almayı bekliyor.

Hud 113 ise şunu söylüyor:
“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur.”

Yanlış kader anlayışı insanın içindeki mücadele ruhunu öldürüyor. Oysa Kur’an’da bütün nebiler mücadele insanlarıdır. Nuh kavmini uyardı, Musa Firavun’a karşı çıktı, İbrahim putları kırdı. Eğer kader “değiştirilemez yazgı” olsaydı, bütün bu mücadelelerin anlamı kalmazdı.

Son sözü Necm 39 versin:
“İnsan için ancak çalıştığı vardır.”

İşte kader budur kardeşim. Çalıştığın, seçtiğin, iradenle yöneldiğin şeyler senin kaderini belirler. Allah kimseye zulmetmez, kimseyi zorla bir yola sokmaz. İnsan kendi kaderini kendi elleriyle yazar, hem bireysel hem toplumsal olarak.

 

Sözümdeki doğrular Allah’ın, yanlışlar ise benimdir.


Aydın Orhon

aydinorhon.com

Ümmilik Nedir?

                                                             ÜMMİLİK NEDİR?

Kardeşim, “ümmi” kelimesi üzerine çok konuşulmuş, çok farklı yorumlar yapılmış bir mesele. Çoğu insan, ümmiliği okuma yazma bilmemekle eşleştiriyor. Oysa Kur’an’ın bütünlüğüne baktığımızda ümmiliğin çok daha derin bir anlam taşıdığını görüyoruz. Nebi Muhammed kesinlikle cahil bir insan değildi. Ticaret yapıyor, insanlarla iletişim kuruyor, toplum içinde güvenilirliğiyle tanınıyordu. Yani sıradan bir “okuma yazma bilmeyen” değil, aksine toplumda “el-Emin” olarak bilinen biriydi.

Kur’an’da geçen Ankebut Suresi 48. ayet bu noktayı çok net açıklıyor:
“Sen bundan önce hiçbir kitap okumazdın ve elinle de yazmazdın. Eğer böyle olsaydı batıla uyanlar kuşkuya düşerlerdi.” (Ankebut 29/48).
Bu ayet, Nebi’nin daha önce Tevrat ve İncil gibi kutsal kitapları okuyup öğrenmediğini söylüyor. Yani ümmiliği, “kitap ehli olmamak” anlamında kullanıyor. Eğer önceki kitapları bilseydi, müşrikler “Bunları Tevrat’tan ya da İncil’den aldı” diye daha çok şüphelenirlerdi. Ama o, sadece Rabbinden gelen vahye uymuştu.

Bir başka açıdan ümmilik, safiyet ve samimiyet demektir. Yani insanın zihnini ön yargılardan, hurafelerden, kirli bilgilerden temizleyip tertemiz bir şekilde Allah’ın kelamına yönelmesi. Anneden doğduğu gibi temiz bir akılla, ön kabullere saplanmadan Kur’an’a yaklaşmak. İşte bu hâl, Kur’an’ın gerçek anlamlarını kavramanın ön şartıdır.

Yunus Suresi 15-16. ayetler de bu durumu çok güzel anlatır:
“Onlara ayetlerimiz açıkça okunduğu zaman, bizimle karşılaşmayı ummayanlar: ‘Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir’ dediler. De ki: ‘Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Eğer Rabbime isyan edersem büyük günün azabından korkarım.’ De ki: ‘Allah dileseydi onu size okuyamazdım ve onu size bildiremezdim. Ben, bundan önce bir ömür içinizde yaşamıştım. Aklınızı kullanmıyor musunuz?’” (Yunus 10/15-16).
Bu ayet, Nebi’nin kendi kafasından bir şey üretmediğini, sadece vahye uyduğunu açıkça ortaya koyuyor. O güne kadar bir ömür boyunca onların arasında yaşamış, ne Tevrat’tan ne de İncil’den bahsetmiş, onlarla ilgili bir bilgi ortaya koymamıştı. Eğer öyle olsaydı müşrikler zaten bunu hemen kullanırdı.

Araf Suresi 157-158. ayetler de Nebi’nin “ümmi” oluşunu doğrudan vurgular:
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları, o ümmî Nebi’ye uyanlar... Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nur’a (Kur’an’a) uyanlar, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Araf 7/157).
“De ki: Ey insanlar! Ben, göklerin ve yerin hükümranı, kendisinden başka ilah olmayan Allah’ın size gönderdiği elçisiyim. O halde Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden ümmî Nebi olan Elçisine iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.” (Araf 7/158).
Buradan anlıyoruz ki ümmilik, bir “okuma yazma bilmemek” meselesi değil, bir kimliktir. Yani Nebi, Ehli Kitap’tan değildi, onların kutsal metinlerini okumamıştı. Aynı zamanda şirkten ve onların bozulmuş öğretilerinden uzak, tertemiz bir fıtrat üzereydi.

Bakara Suresi 78. ayette de ümmilik kavramı açıklanır:
“Onlar arasında ümmiler vardır ki Kitap’ı bilmezler; sadece kuruntulara uyarlar ve onlar sadece zanda bulunurlar.” (Bakara 2/78).
Buradaki ümmiler, Tevrat’ı bilmeyen, Ehli Kitap’tan olmayan kimselerdir. Nebi de işte bu anlamda ümmi idi: Yahudi değildi, Hristiyan değildi, onlardan öğrenmiş değildi.

Cuma Suresi 2. ayette ise şöyle buyruluyor:
“O, ümmiler içinde, kendilerinden olan bir elçi gönderendir. O onlara Allah’ın ayetlerini okur, onları arındırır, onlara Kitap’ı ve hikmeti öğretir. Oysa daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Cuma 62/2).
Allah, ümmiler arasından bir elçi gönderiyor. Yani kendilerine daha önce vahiy gelmemiş, Tevrat veya İncil ile tanışmamış bir topluluktan. İşte Nebi’nin ümmi oluşu burada da açıkça görülüyor.

Bir de Şura Suresi 52. ayete bakalım:
“İşte sana da emrimizden bir ruh (vahiy) ilettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Ama biz onu bir nur yaptık; onunla kullarımızdan dilediğimizi hidayete erdiriyoruz. Şüphesiz sen dosdoğru bir yola iletmektesin.” (Şura 42/52).
Bu ayet, Nebi’nin daha önce kutsal kitaplarla bir ilgisi olmadığını, ama Allah’ın vahyiyle aydınlatıldığını söylüyor.

Bütün bu ayetleri birleştirdiğimizde şunu net görüyoruz: Ümmilik, cahillik değil. Aksine, zihinsel ve ruhsal bir safiyet hâli. Önceki kitaplardan beslenmemiş, sadece Allah’tan gelen vahye teslim olmuş tertemiz bir hâl. Bu yüzden Allah, Nebi’sini “ümmi” olarak tanıtıyor.

Peki bugün biz nasıl ümmileşebiliriz? İşte burası çok önemli. Ümmileşmek, zihnimizi hurafelerden, mezheplerden, rivayetlerden ve kulaktan dolma bilgilerden temizlemek demektir. Kur’an’a anneden doğmuş gibi tertemiz bir akılla yaklaşmak demektir.

Bakara Suresi 2/2’de Rabbimiz buyuruyor:
“Bu, kendisinde şüphe olmayan bir kitaptır. Mutlak sakınanlar için yol göstericidir.”
Şüphe yoksa, biz de şüpheyi dışarıdan taşımayacağız. Mezheplerin, rivayetlerin karışıklığını bırakıp, doğrudan Kur’an’a yönelerek ümmileşeceğiz.

Araf 157’de Rabbimiz ümmî Nebi’nin insanları “ağır yüklerinden ve üzerlerindeki zincirlerinden kurtardığını” söylüyor. İşte biz de bu zincirlerden kurtulmadıkça gerçek anlamda ümmileşemeyiz.

Şura 42/52’yi hatırlayalım:
“Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Ama biz onu bir nur yaptık; onunla dilediğimiz kulları hidayete erdiririz.”
Nebi’ye bile bu söyleniyorsa, bizim de imanımızın ve bilgimizin tek kaynağı Kur’an olmalı.

Ümmiliğin kurtuluşla bağlantısı da Kur’an’da doğrudan açıklanıyor. Araf 7/157’de “Ona inanıp saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte indirilen nur’a (Kur’an’a) uyanlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” buyuruluyor. Demek ki kurtuluşun yolu, ümmiliği yaşamak ve Kur’an’a sarılmaktan geçiyor.

En’am Suresi 155 de aynı şeyi söylüyor:
“Bu da bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ona uyun ve Allah’tan sakının ki merhamete erişesiniz.”
Kurtuluş, doğrudan Kur’an’a uymaya bağlanıyor.

Zuhruf 43. ayet ise ümmiliğin özünü özetliyor:
“O halde sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Çünkü sen dosdoğru bir yol üzerindesin.”

Kardeşim, işin özü şu: Ümmilik cehalet değil, bilakis safiyet, ön yargılardan kurtuluş, tertemiz bir teslimiyet hâlidir. Nebi’nin ümmiliği, onun Kur’an’a saf bir şekilde yönelmesini sağladı. Bizler de ümmileşirsek, yani mezhep zincirlerini, hurafe yüklerini bırakıp sadece Kur’an’a yönelirsek, Allah’ın vaat ettiği kurtuluşa ulaşırız.

Kısacası, kurtuluş ümmilikte, ümmilik ise vahye teslimiyettedir.

Sözümdeki doğrular Allah’ın, yanlışlar ise benimdir.
aydinorhon.com

 

Allah’ın Sözü Varken Başka Kaynağa İhtiyaç Var mı

Allah’ın Sözü Varken Başka Kaynağa İhtiyaç Var mı

Bir gün iki arkadaş sohbet ediyormuş. Biri diğerine demiş ki:
— Dün bir kitapta okudum, Nebi şöyle demiş…
Diğeri hemen sormuş:
— Nerede geçiyor bu? Kur’an’da mı?
— Hayır, filanca hadis kitabında. Ama çok değerli, herkes inanıyor.
Bunun üzerine arkadaşı gülümsemiş ve sormuş:
— Peki sen hiç düşündün mü, Allah’ın kendi sözü dururken neden başka bir sözün peşine düşelim?

İşte mesele bu kardeşim… Biz bugün din adına öyle çok söz duyuyoruz ki hangisi doğru, hangisi yanlış ayırt etmek kolay değil. Herkes kendi elindekine “sahih” diyor. Ama Allah bize bu karmaşayı çözecek net bir ölçü vermiş: Kur’an. Ve bu ölçü, “hangi hadise inanılır” sorusunun da tek cevabı.

Kardeşim, bugün Müslüman dünyasında en çok kafa karışıklığına sebep olan konulardan biri şu: “Hadisler var, ama bunların hangisine inanacağız? Hangisi sahih, hangisi uydurma?” Bir taraf “bu hadis sahih” diyor, öbürü “hayır, bu zayıf” diyor. Ortada öyle bir rivayet yığını var ki, gerçekten doğruyu yanlıştan ayırmak imkânsıza yakın hale gelmiş. Peki Allah bize bu konuda bir ölçü bırakmamış olabilir mi? Elbette bırakmış.

Allah, bu ölçüyü Kur’an’da net biçimde açıklıyor. Önce şu ayete bakalım:

Lokman Suresi 6. ayet:

“İnsanlardan kimi vardır ki, bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve onu alaya almak için boş sözleri (lehvel hadis) satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.” (Lokman 31:6)

Burada geçen “lehvel hadis” ifadesi çok önemli. “Hadis” kelimesi Arapça’da “söz, anlatı, haber” demektir. “Lehv” ise boş, yararsız, oyalayıcı anlamına gelir. Yani Allah diyor ki: “Bazı insanlar, boş ve oyalayıcı sözleri alır, onları yayar ve bununla insanları benim yolumdan saptırır.” Demek ki her hadis, Allah katında değerli değil. Bazısı var ki, insanı hakikatten koparır, din diye uydurulmuş hurafeler yutturur.

Peki inanılacak hadis nasıl olmalı? Bunun cevabı Vakıa Suresi 77-81’de veriliyor:

“Şüphesiz bu, değerli bir Kur’an’dır. Korunmuş bir kitaptadır. Ona ancak temizlenmiş olanlar dokunabilir. Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Şimdi siz bu sözü (hadis) mi küçümsüyorsunuz?” (Vakıa 56:77-81)

Burada Allah, Kur’an için “bu söz” (hadis) ifadesini kullanıyor. Yani inanılacak, güvenilecek ve küçümsenmeyecek asıl hadis, Allah’ın kendi sözüdür. Üstelik bu söz korunmuş bir kitaptadır, yani tahrif edilemez. İnsanların uydurduğu sözler gibi değil; Rabbimizin garantisi altındadır.

Bu hakikat Casiye Suresi 6. ayette daha da netleşiyor:

“İşte bunlar Allah’ın ayetleridir ki, sana gerçeğin ta kendisi olarak okuyoruz. Artık Allah’tan ve O’nun ayetlerinden sonra hangi hadise inanacaklar?” (Casiye 45:6)

Allah burada bize doğrudan bir soru soruyor: “Ayetlerimden sonra hangi hadise inanacaksınız?” Yani Allah’ın vahyi dururken, başka sözlere yönelmek mantıksızdır. Bu soru aslında bir tercih hakkı sunmak değil, bir uyarıdır. “Sakın benim sözümden sonra başkasına sarılma” demektir.

Aynı uyarı başka ayetlerde de geçiyor. A’raf 185’te Allah soruyor:

“O, hangi söze inanacaklar?”

Necm 59’da da benzer bir sorgulama var:

“Bu hadise mi şaşıyorsunuz?”

Zümer 23 ise noktayı koyuyor:

“Allah, sözlerin en güzelini (ahsene’l-hadis) indirdi: Birbirine benzer, tekrar eden bir kitap…”

Dikkat et kardeşim, “en güzel hadis” dediği şey, Kur’an’ın ta kendisidir. O halde hadisler ikiye ayrılır:

1.     Allah’ın hadisi → Kur’an

2.     İnsanların hadisi → Rivayetler, uydurmalar, hurafeler

Kur’an bize, bu ikinci gruptakilerin güvenilir olmadığını defalarca söylüyor. Çünkü onların Allah’tan gelme garantisi yok. Doğruluk payı olsa bile, içlerinde uydurma, abartı, çelişki barındırma ihtimali yüksek. Nitekim hadis kitaplarında birbirini tamamen zıddı rivayetler bulmak mümkün.

Allah ise En’am 114’te şöyle buyuruyor:

“Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? O ki, size Kitabı detaylı olarak indirmiştir.”

Bu da gösteriyor ki, din konusunda hakemlik yetkisi sadece Allah’a ait. Onun kitabı bize yetmek zorunda, çünkü “detaylı” olduğunu bizzat Allah söylüyor.

Peki insanlar neden hâlâ Kur’an yerine başka sözlere sarılıyor? Bunun cevabı Zuhruf 36-37’de var:

“Kim Rahman’ın zikrinden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, biz ona bir şeytan musallat ederiz, o artık onun yakın dostu olur. Şüphesiz onlar, bu şeytanlar, onları yoldan çıkarırlar, ama onlar doğru yolda olduklarını sanırlar.”

İşte bu yüzden insanlar uydurma hadisleri dinin aslı gibi görüp savunuyor. Çünkü Kur’an’dan uzaklaşınca, yerine mutlaka başka bir otoriteyi koyuyorlar.

Kardeşim, bütün bu ayetler bir araya geldiğinde tablo çok net:

·        Allah’ın sözünden sonra başka bir hadise iman etmek, Kur’an’a aykırıdır.

·        Kur’an, “en güzel hadis”tir ve korunmuştur.

·        İnsanların sözleri ise karışık, çelişkili ve güvenilmezdir.

·        Doğru ölçü: Her sözü Kur’an’a vurmak; uyuyorsa almak, uymuyorsa terk etmek.

Allah’ın ayetleri bize açıkça şunu söylüyor:

“Artık Allah’tan ve O’nun ayetlerinden sonra hangi hadise inanacaksınız?” (Casiye 6)

Yani mesele aslında tercih değil, iman meselesidir. Kur’an tek ölçü, tek kaynak, tek güvenilir hadis’tir.

 

Sözümdeki doğrular Allah’ın, yanlışlar ise benimdir.
aydinorhon.com

 

Hidayet Nedir, Kimler Hidayettedir?

 Hidayet Nedir, Kimler Hidayettedir?

Kardeşim, insana verilen en büyük nimetlerden biri hidayettir. Çünkü hidayet, insanın yolunu aydınlatan ilahi ışık gibidir. Onsuz kalan, karanlıkta yolunu kaybeder, neye yönelmesi gerektiğini bilemez. Hidayet olmadan insan, neye inanacağını, neyi yapıp yapmayacağını, hangi yolu izlemesi gerektiğini bilemez. O yüzden hidayet, hayatın merkezinde duran bir mesele.

Allah, kullarına yol gösterici olarak kitaplar indirmiş, elçiler göndermiştir. Ancak son ve tek geçerli kitap Kur’an’dır. Allah bu konuda çok net bir hüküm veriyor: “Şüphesiz bu Kur’an en doğru yola iletir.” (İsra 9). Demek ki hidayetin tek kaynağı Kur’an’dır. İnsanlar farklı görüşler, mezhepler, yorumlar ortaya koymuş olabilir ama Allah’ın gösterdiği yol Kur’an’dan geçer.

Hidayetin Anlamı ve Önemi
Hidayet, Arapça’da yol göstermek, rehberlik etmek anlamına gelir. Kur’an’da ise insanı karanlıklardan aydınlığa çıkaran ilahi rehberlik manasında kullanılır. Allah şöyle buyurur: “De ki: ‘Gerçekten size Rabb’inizden apaçık bir delil gelmiştir. O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve hidayete erdirir.’” (En’am 97). Yani hidayet, insanı batıldan hakka, cehaletten ilme, şirkten tevhide taşıyan bir lütuftur.

Bir başka ayette Allah şöyle buyurur: “Biz insana iki yolu göstermedik mi?” (Beled 10). İşte o iki yol, hidayet ve sapıklıktır. İnsan hangi yolu seçeceğine kendisi karar verir. Allah ise seçimini doğru yapanlara yardım eder.

Hidayetin İlk Adımı: İstemek ve Yönelmek
Hidayet, zorla verilecek bir şey değildir. İnsanın önce istemesi gerekir. Kalbi kapalı olana, inatla gerçeği reddedene hidayet nasip olmaz. Allah bu hakikati şöyle açıklar: “Allah, kendisine yöneleni hidayete erdirir.” (Şura 13). Yani ilk adım insana aittir: yönelmek. İnsan samimiyetle “Rabbim bana doğruyu göster” derse, Allah ona yol açar.

Ama tersi de var. Kibirlenen, nefsini putlaştıran, ayetlere karşı kör olan kimseye hidayet verilmez. “Allah, zalim topluluğu hidayete erdirmez.” (Bakara 258). “Allah, yalancı ve nankör olanı hidayete erdirmez.” (Zümer 3). Demek ki hidayetin önündeki en büyük engel, insanın kendi tavrıdır.

Hidayetin Yol Haritası: Kur’an
Hidayet yolunun rehberi yalnızca Allah’ın kitabıdır. Kur’an, insanları dosdoğru yola çağıran tek kılavuzdur. Allah buyurur: “Şüphesiz bu Kur’an, en doğru yola iletir ve salih ameller işleyen müminlere büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” (İsra 9). Başka hiçbir beşer, hiçbir topluluk, hiçbir gelenek insana hidayet veremez. Çünkü Allah açıkça “Doğru yolu göstermek yalnızca Allah’a aittir.” (Nahl 9) buyurur.

O halde bir insanın hidayette olup olmadığını anlamanın ölçüsü, onun Kur’an’a ne kadar bağlı olduğudur. Eğer hayatını Kur’an’a göre yaşıyor, kararlarını onunla veriyor, dinini ondan öğreniyorsa hidayettedir. Ama Kur’an yerine insan sözlerini dinin kaynağı yapıyorsa, o yoldan sapmıştır.

Hidayetin Sürekliliği
Hidayet bir defa elde edilip bırakılacak bir şey değildir. Tıpkı yürüdüğün yol gibi, sürekli devam etmen gerekir. Bir gün hidayette olan, ertesi gün gaflete düşüp yolun dışına çıkabilir. İşte bu yüzden Kur’an bize her gün, her namazda şu duayı yaptırır: “Bizi dosdoğru yola ilet.” (Fatiha 6). Bu dua, hidayetin sürekliliği için yapılır. Yani Rabbimizden daima yol üstünde kalmayı dileriz.

Hidayetin Meyveleri
Hidayete eren insanın hayatında bazı izler olur. Öncelikle kalbinde huzur vardır. Çünkü Allah ona güvence vermiştir: “Allah, hidayete erenlerin imanlarını artırır.” (Meryem 76). Böyle insan adaletli olur, emanete riayet eder, şirke bulaşmaz. Hidayet, insanın sadece ahiretini değil, dünya hayatını da güzelleştirir.

Hidayeti Kaybetmek
Hidayet verilen kimse onu kaybedebilir mi? Evet. Eğer kişi Allah’ın ayetlerini bırakır, başka yollara saparsa, hidayeti terk etmiş olur. Allah bu konuda uyarıyor: “Kim benim zikrimden yüz çevirirse, ona sıkıntılı bir hayat vardır.” (Taha 124). Hidayeti terk eden, huzurunu da kaybeder.

Kimler Hidayettedir?
Kur’an bu sorunun cevabını açıkça veriyor:

  • Allah’a şirk koşmayanlar (En’am 82)
  • Kur’an’a sarılanlar (Nisa 175)
  • Takva sahipleri (Bakara 2)
  • Müminler (Casiye 20)
  • Nebiler gibi vahye bağlı olanlar (En’am 89-90)

Demek ki hidayet, belli bir grubun tekeline verilmiş değil. Her kim Kur’an’a inanır, ona sarılır ve şirkten sakınırsa hidayettedir.

Kimler Hidayete Erdirilmez?
Kur’an, bu noktada da net. Allah şunlara hidayet vermez:

  • Zalimler (Kasas 50)
  • Yalancılar (Mümin 28)
  • Fasıklık yapanlar (Saff 5)
  • Ayetlere karşı kör olanlar (Kehf 57)
  • Bir inanıp bir inkâr edenler (Nisa 137)

Bu da bize gösteriyor ki hidayet sadece istemekle değil, aynı zamanda tavırla ilgilidir. Yanlışta ısrar eden, gerçeği örtmeye çalışan, kendi yolunu Allah’ın yolundan üstün gören kimseye hidayet verilmez.


Kardeşim, hidayet bir nimettir, ama aynı zamanda bir imtihandır. Hidayete ermek yetmez, o yolda kalmak da gerekir. Bunun için Kur’an’a sarılmak şarttır. Hidayeti korumanın en güzel yolu ise dua etmektir. “Rabbimiz, kalplerimizi doğru yolda sabit kıl.” (Âl-i İmran 8). “Rabbimiz, bize dosdoğru yolunu göster.” (Fatiha 6).

Sonuç olarak, hidayet Allah’ın bir lütfudur. Kur’an’a yönelen, ayetlere güvenen, şirkten uzak duran ve kalbini Allah’a açan herkes hidayettedir. Onun dışındaki yollar ise sadece sapıklık ve karanlıktır. Gerçek huzur ve kurtuluş, ancak Allah’ın gösterdiği hidayet yolundadır.

Kardeşim, hidayet konusu Kur’an’da defalarca ele alınan ve hayatın merkezine yerleştirilmiş bir kavramdır. Hidayet, aslında Allah’ın insanı doğruya yöneltmesi, yol göstermesi ve karanlıklardan aydınlığa çıkarmasıdır. Kur’an, hidayeti hem bir yol hem de bir nimet olarak tanımlar. Zira Allah’ın gönderdiği kitap olmadan kimse kendi aklıyla hakikati tam anlamıyla bulamaz. Bu nedenle Kur’an, “Hidayet rehberidir” (Bakara 2) diyerek başlar ve bu yolun sadece Allah’ın kitabıyla açık olduğunu vurgular.

Hidayetin içinde olmak demek, Allah’ın indirdiği kitabı tek ölçü almak, ona teslim olmak ve başka kaynaklara sapmadan yalnız ona tabi olmaktır. Allah, “İşte bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyun. Başka yollara uymayın, yoksa sizi O’nun yolundan ayırır” (En’âm 153) diyerek hidayetin çerçevesini çok net çizer. Demek ki bir insan, Kur’an’ın gösterdiği dosdoğru yolda ilerliyorsa hidayettedir. Bunun dışında başka yol aramak, mezheplerin, rivayetlerin veya insan yapımı kuralların peşine düşmek ise hidayetten çıkmak anlamına gelir.

Hidayette olanların en belirgin özelliği, Allah’a ortak koşmamak, yalnızca O’na kulluk etmek ve kitabı hayatlarına rehber edinmektir. Çünkü hidayet, kalbin Allah’a teslimiyetiyle birleştiğinde insanı hem bu dünyada hem ahirette güvene kavuşturur. Allah, “Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini hidayete erdirir” (Teğâbün 11) buyurur. Buradan anlıyoruz ki hidayet sadece bir bilgi meselesi değil, aynı zamanda bir kalp bağlılığıdır.

Öte yandan, hidayetin dışına çıkanlar Kur’an’da “dalalet” olarak ifade edilir. Dalalet, sapkınlık ve yolunu kaybetmektir. Hidayetin dışına çıkanlar Allah’ın ayetlerinden yüz çevirir, dünya çıkarlarını önceler ve Allah’tan başkasına yönelirler. Kur’an bu kişileri şöyle anlatır: “Onlar, hidayete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azabı satın almışlardır” (Bakara 175). Yani hidayeti terk eden kişi aslında kendi nefsini ve ahiretini kaybediyor.

Sonuç olarak hidayet, Allah’ın kitabına sımsıkı sarılanların üzerinde olduğu yol; hidayetin dışına çıkmak ise kendi aklını, geleneğini ya da başka insanları Allah’ın önüne koymaktır. Gerçek kurtuluş ancak hidayeti korumakla mümkündür. Çünkü Allah’ın açık sözü şudur: “Allah, iman edenleri dünya hayatında da ahirette de sağlam sözle sabit kılar. Allah zalimleri saptırır. Allah dilediğini yapar” (İbrahim 27).

Kardeşim, şimdi sana sorayım: Bu ayetleri düşündüğünde, sence hidayette kalmak için sadece iman yeter mi, yoksa imanla birlikte sürekli Kur’an’a dönmek ve onunla yol almak da şart mı?

Sözümdeki doğrular Allah’ın, yanlışlar ise benimdir.
aydinorhon.com

 

 

 

Kur’an’a Göre Ulû’l-Emr: Kimdir, Kime İtaat Edilir?

 Kur’an’a Göre Ulû’l-Emr: Kimdir, Kime İtaat Edilir?

Kardeşim, Kur’an’da en çok tartışılan konulardan biri “ulû’l-emr” kavramıdır. Çünkü bu kavram yanlış yorumlandığında, insanlara Allah’ın kitabının önünde sınırsız bir otorite tanınmış gibi algılanabiliyor. Oysa Kur’an bu konuda son derece net ve açık ölçüler koyuyor.

Nisâ Suresi 59. ayet şöyle der:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resul’e itaat edin ve sizden olan ulû’l-emre de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve Resul’e götürün; gerçekten Allah’a ve ahirete inanıyorsanız. Bu, en hayırlısı ve en güzel sonuç verendir.” (Nisâ 4/59)

Bu ayetten çıkardığımız ilk gerçek şudur: Mutlak itaat yalnızca Allah’a ve Resul’e aittir. Resul’e itaat ise Kur’an’a itaattir; çünkü resul Allah’ın vahyini tebliğ eder, kendi arzusundan konuşmaz (Necm 53/3). Dolayısıyla Allah ve Resul dışında kimseye sınırsız itaat edilmez.

Peki, ulû’l-emr kimdir? Ayette “sizden olan” denilerek, toplumun içinden çıkan, yönetim sorumluluğunu üstlenen, işleri düzenleyen, adaletle hükmeden kimseler kastedilir. Bunlar devlet yöneticileri olabilir, toplumun işlerini üstlenen idareciler olabilir veya bir meselede danışılan sorumlular olabilir. Yani Müslüman toplulukta düzeni sağlayan otoritelerdir.

Ama burada çok önemli bir nokta var: Ulû’l-emr’in yetkisi mutlak değildir. Ayetin devamı bunu çok net açıklar:
“Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve Resul’e götürün.”

Yani son merci yine Kur’an’dır. Ulû’l-emr’in kararı, Allah’ın kitabına aykırıysa bağlayıcı olmaz. İşte bu nokta, yanlış yorumları bertaraf eder. Çünkü tarih boyunca bazı çevreler “ulû’l-emr’e itaat farzdır” diyerek yöneticilere sınırsız yetki vermek istemiştir. Oysa Kur’an, onların sözünü Kur’an’a arz etmeyi şart koşar.

Başka ayetlerde de bu ölçü pekiştirilir. Mesela:

·        “Allah’a ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin…” (Enfâl 8/46)

·        “Aralarında hükmettiğinde insanlar arasında adaletle hükmet.” (Nisâ 4/58)

Bu ayetlerden anlıyoruz ki ulû’l-emr’in görevi, Allah’ın kitabına göre adaletle yönetmektir. Eğer adaletten saparlarsa, onlara körü körüne bağlılık Kur’an’a aykırıdır.

Kardeşim, şunu da unutmamak lazım: Kur’an, iman edenlerin birbirine danışmasını ve ortak akılla iş yapmasını teşvik eder. “Onların işleri aralarında şûra iledir.” (Şûrâ 42/38) Ayette geçen şûra, yani danışma ve ortak karar alma, ulû’l-emr kavramını tamamlar. Yani bir toplumda yöneticiler, kitabın rehberliğiyle ve şûra prensibiyle hareket etmek zorundadır.

Özetle:

1.     Ulû’l-emr, toplumun yönetimini üstlenen ve sorumluluk taşıyan kimselerdir.

2.     Onlara itaat, Allah’ın kitabına uygun oldukları sürece geçerlidir.

3.     İhtilaf ve anlaşmazlıkta son ölçü yalnızca Kur’an’dır.

4.     Müminler şûra ile karar almalı, adaletle yönetmelidir.

Tarih boyunca Müslüman toplumlarda “ulû’l-emr” kavramı çok defa yanlış yorumlandı. Kur’an’ın “Allah’a itaat edin, Resul’e itaat edin ve sizden olan ulû’l-emre de” (Nisâ 4/59) emri, bazı kişiler tarafından yöneticilere sınırsız itaat anlamında gösterildi. Oysa ayetin devamı çok açık: “Bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Resul’e götürün.”

Ama ne oldu?

·        Halifeler, krallar, sultanlar ve emirler bu ayeti kendi lehlerine çevirdiler. Halktan “Allah’a itaati nasıl farz görüyorsanız bana itaati de öyle görün” diye taleplerde bulundular.

·        Mezhepler ve dini gruplar, kendi şeyhlerini ve imamlarını “ulû’l-emr” gibi gösterip, onların sözlerini sorgulanmaz hale getirdiler.

·        Böylece Allah’ın kitabı geri plana itildi, insanların sözleri öne çıktı. İşte bid’atlar, hurafeler ve zulüm bu ortamda yayıldı.

Kur’an’ın uyardığı noktaya dikkat et: Allah bize, ihtilafı insanlara değil, kitabına götürmemizi emrediyor. Bu da demektir ki ulû’l-emr’in konumu “mutlak otorite” değil, “kitaba bağlı idare”dir. Onların görevi, Allah’ın hükümlerini hayata taşımaktır. Eğer adaletten saparlarsa Kur’an’ın emri açıktır:
“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ 4/58)

Tarihten birkaç örnek verelim:

·        Emevîler döneminde yöneticiler kendilerini “Allah’ın gölgesi” ilan ettiler. Halktan da “ulû’l-emr’e itaat edin” ayetini delil getirerek kayıtsız şartsız bağlılık istediler. Böylece zulümlerine dini kılıf buldular.

·        Abbasiler ve sonraki sultanlar da aynı yolu izledi. Din adamları da bu anlayışı destekledi, çünkü otoriteden çıkar sağlıyorlardı.

·        Mezhep imamlarının sözleri de zamanla “ulû’l-emr” gibi görülmeye başlandı. Kur’an yerine onların hükümleri öne çıkarıldı. Oysa Allah açıkça “Hüküm yalnızca Allah’ındır.” (Yûsuf 12/40) buyuruyor.

Kardeşim, şunu unutma: Allah, kulunun kitabı bırakıp insanlara körü körüne bağlanmasını istemiyor. Çünkü bu, şirke kapı açar. Allah bize defalarca şunu hatırlatıyor:
“Onlar bilginlerini ve rahiplerini Allah’tan ayrı rabler edindiler…” (Tevbe 9/31)

Bugün de aynı durum sürüyor. Tarikat şeyhleri, mezhep imamları veya siyasi liderler “ulû’l-emr” gibi görülüp, onların sözleri Allah’ın kitabının önüne geçiriliyor. Oysa gerçek mümin, kim olursa olsun, sözü Kur’an’a arz eder. Eğer uyumluysa kabul eder, değilse reddeder.

Özetle:

·        Ulû’l-emr kavramı, tarihte yöneticiler tarafından zulmü meşrulaştırmak için suistimal edilmiştir.

·        Mezhepler ve gruplar da bu kavramı kullanarak kendi liderlerini sorgulanmaz hale getirmiştir.

·        Oysa Kur’an’a göre ulû’l-emr, kitabın gölgesinde adaletle yönetenlerdir.

·        Hiç kimse Allah’ın kitabının önüne geçemez, geçerse ona itaat caiz olmaz.

Gerçek Ulû’l-Emr’in Özellikleri

Kur’an, yönetimde sorumluluk alanların hangi ölçülere uyması gerektiğini çok net ortaya koyar. Bu ölçüler, gerçek bir “ulû’l-emr”in sahip olması gereken özellikleri gösterir.

1.     Adaletle hükmetmek zorundadır
“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ 4/58)
Gerçek bir ulû’l-emr, görevini bir emanet olarak görür. Kendi menfaatini, ailesini veya zenginleri kayırmaz; adaletle hükmeder. Çünkü Allah, zulmeden yöneticilere itaat edilmesini emretmez.

2.     Allah’ın kitabına bağlı olmalıdır
“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet, onların heveslerine uyma.” (Mâide 5/49)
Ulû’l-emr, halkın isteğine veya kendi çıkarına göre değil, Allah’ın indirdiği kitabın ölçülerine göre yönetir. Eğer Allah’ın hükümlerini bırakıp başka kaynaklara yönelirse, o artık gerçek bir ulû’l-emr olmaktan çıkar.

3.     Şûra ile hareket etmelidir
“Onların işleri aralarında şûra iledir.” (Şûrâ 42/38)
Gerçek bir ulû’l-emr tek adam değildir. Kararları danışarak alır, halkın fikrini önemser. Tek başına hüküm vermek yerine ortak aklı gözetir.

4.     Müminlere karşı merhametli, zalimlere karşı kararlı olmalıdır
“Muhammed Allah’ın resulüdür. Onunla beraber olanlar, kâfirlere karşı şiddetli, birbirlerine karşı merhametlidirler.” (Fetih 48/29)
Gerçek ulû’l-emr, iman edenlere karşı şefkatli olur, onları ezmez. Ama Allah’a ve hakka savaş açanlara karşı da dik durur.

5.     Emaneti ehline vermelidir
Yöneticilik bir ayrıcalık değil, ağır bir sorumluluktur. Bu göreve getirdiği kişilerde liyakat ve dürüstlük arar. Akrabalık, çıkar veya rüşvetle iş yapanlar ulû’l-emr olamaz.

6.     İhtilafları Allah’ın kitabına götürür
“Bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve Resul’e götürün.” (Nisâ 4/59)
Gerçek ulû’l-emr, ihtilafı kendi keyfine göre çözmez; Allah’ın kitabını hakem yapar. Böylece taraf tutmaz, kimseye haksızlık etmez.

7.     Kardeşim, işte Kur’an’ın çizdiği bu ölçüler bize gösteriyor ki gerçek ulû’l-emr, Allah’ın hükümlerine bağlı, adaletli, danışmaya açık ve emanete sahip çıkan kimsedir. Böyle bir yöneticiye itaat farzdır, çünkü o Allah’ın yolunda yürür. Ama zulmeden, adaleti çiğneyen, Allah’ın kitabını bir kenara atan kimseye itaat etmek Kur’an’a göre doğru değildir.

8.     Bugün baktığımızda, pek çok yönetici bu ölçülerden uzak. O yüzden “ulû’l-emr” kavramı, sadece unvanla değil, Allah’ın koyduğu şartlarla anlam kazanır. Yani gerçek ulû’l-emr olmak için Kur’an’ın çizdiği sınırların içinde kalmak gerekir.

 

Sözümdeki doğrular Allah’ın, yanlışlar ise benimdir.

Aydın Orhon
aydinorhon.com

 

Kur’an’a Göre Halifelik: İktidar Değil, Emanet

 Kur’an’a Göre Halifelik: İktidar Değil, Emanet

Kardeşim, “halife” kelimesi yıllardır tartışılan, farklı yorumlara konu olan bir kavramdır. Çoğu kişinin zihninde halifelik deyince siyasi bir liderlik, ümmetin başına geçen bir yönetici ya da devlet başkanlığı gelir. Oysa Kur’an’ın anlattığı halifelik bundan çok daha farklıdır. Gel, Rabbimizin kitabında bu meseleye nasıl ışık tuttuğunu birlikte görelim.

Kur’an’da ilk olarak Bakara 30’da halifelikten bahsedilir:
“Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar: ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, kutsuyoruz’ dediler. Allah dedi ki: ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.’” (Bakara 2:30)

Burada Allah insana bir görev yüklüyor. Halifelik, yeryüzünde Allah’ın hükümlerine göre yaşamak ve yaşatmaktır. Yani bu görev sadece yönetim değil, aynı zamanda büyük bir sorumluluk demektir. İnsan irade sahibidir ve bu iradesiyle Allah’ın emirlerine göre mi yoksa hevasına göre mi yaşayacağını seçer. İşte halifeliğin özü budur.

En‘am 165’te bu görev şöyle açıklanır:
“Sizi yeryüzünde halifeler kılan O’dur. Kiminizi kiminize derecelerle üstün kıldı ki, size verdikleriyle sizi denesin.”

Demek ki halifelik bir imtihandır. Allah bize nimetler verdi, güç verdi, irade verdi. Bunları nasıl kullandığımız halifeliğimizin değerini belirleyecek. Eğer adaletli olursak, hakka uyarsak halifeliğimizi yerine getirmiş oluruz. Eğer zulme saparsak, o zaman halifelik makamını kirletmiş oluruz.

Fatır 39’da bu daha da açık hale getirilir:
“Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur. Kim inkâr ederse inkârı kendi aleyhinedir...”

Yani halifelik otomatik bir şeref değildir. Asıl mesele bu emaneti nasıl taşıdığımızdır.

Kur’an’da Davud örneğiyle de halifeliğin pratiği anlatılır:
“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet; heva ve hevese uyma, yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır.” (Sad 38:26)

İşte halifelik budur: Hak ile hükmetmek, adaleti gözetmek, hevâya uymamak. Bu sadece Davud’a değil, hepimize yöneltilmiş bir mesajdır.

 

Tarihte Halifelik Anlayışı Nasıl Saptırıldı?

Kardeşim, işte tam burada tarih devreye giriyor. Kur’an’ın anlattığı bu evrensel halifelik anlayışı, zamanla siyasi bir unvana dönüştürüldü. İnsanlar “halife” denilince bir kişinin ümmetin başına geçtiği saltanatı anlamaya başladı. Oysa Kur’an’da böyle bir zorunlu siyasi liderlik yok.

En‘am 165’te “sizi halifeler kıldık” denirken çoğul kullanılıyor. Bu, tüm insanlara verilen bir sorumluluğu gösteriyor. Ama tarih boyunca bazı kişiler veya hanedanlar bu görevi tekelleştirdi, “halifelik bizim hakkımız” diyerek Allah’ın tüm insanlığa yüklediği sorumluluğu kendilerine mal etti.

Bir de şu var: Tarihte “halife” diye anılan birçok kişi, Kur’an’ın ortaya koyduğu adalet ölçülerinden çok uzaktı. Lüks içinde yaşayan, zulmeden, kendi çıkarlarını ümmetin önüne koyan yöneticiler Allah’ın halifesi olabilir mi? Sad 26’daki uyarıya uymayan bir insan, ismen “halife” olsa da Allah katında sadece bir zalimdir.

Halifelik, zamanla bir meşruiyet aracı haline geldi. Yöneticiler “Allah bizi seçti” diyerek halk üzerinde baskı kurdu. Oysa Kur’an’da böyle bir “özel seçilmişlik” yok. Allah, her insanın sorumlu olduğunu ve iman edenlerin üstün olacağını söylüyor.

Bu yüzden kardeşim, tarih boyunca “halifelik” diye bilinen şey çoğu zaman Kur’an’daki gerçek halifelikle çelişti. Birinde unvan ve güç vardı, diğerinde ise sorumluluk ve adalet. Gerçek halifelik, Allah’ın kitabına göre yaşamak ve adaletle hükmetmektir.

 

Bugün Halifelik Görevimizi Nasıl Yaşamalıyız?

Kardeşim, halifelik sadece tarih kitaplarında kalmış bir mesele değil. Bugün biz de halifeyiz. Allah bizi de yeryüzünde sorumlu kıldı. Öyleyse görevimizi nasıl yerine getireceğiz?

Öncelikle kendi nefsimizde halife olacağız. Kendi hayatımızı Allah’ın emirlerine göre düzenleyeceğiz. Hevâmıza değil, hakka uyacağız. Bu bireysel halifelik görevimizdir. Çünkü Sad 26’da Davud’a yapılan uyarı bize de yapılıyor: “Hevâya uyma!”

Sonra toplumsal sorumluluğumuz var. Kur’an şûra ilkesini öğütlüyor: “Onların işleri aralarında şûra iledir.” (Şûra 38) Yani adalet, danışma ve ortak akıl halifeliğin temelidir. Baskıcılık ve zorbalık değil.

Bir de çevreye karşı sorumluluğumuz var. Allah yeryüzünü bize emanet etti. İsraf etmemek, doğayı korumak, hayvanlara merhamet göstermek, gelecek nesillere temiz bir dünya bırakmak da halifeliğin bir parçasıdır. En‘am 165’te “size verdikleriyle sizi denesin” buyuruluyor. İşte bu nimetlerin hesabı bize sorulacak.

Kardeşim, bugün en büyük yanılgı halifeliği sadece siyasi bir mesele gibi görmek. Oysa gerçek halifelik, her an yaşanan bir sorumluluk. Doğru sözlü olduğunda, adaletli davrandığında, kul hakkına girmediğinde, çevreyi koruduğunda, Allah’ın ölçülerine göre yaşadığında sen halifesin. Ama zulme bulaştığında, hevanın peşinden gittiğinde halifeliğini kaybedersin.


Sonuç

Kardeşim, özetle söyleyelim:

  • Kur’an’a göre halifelik, yeryüzünde insanın Allah’ın emirlerine göre yaşama sorumluluğudur.
  • Bu görev tüm insanlara verilmiştir, sadece bir kişiye veya hanedana değil.
  • Tarihteki siyasi “halifelik” anlayışı Kur’an’daki halifelikten çok farklıdır.
  • Bugün biz halifeliğimizi bireysel ve toplumsal hayatımızda Allah’ın emirlerine uyarak yaşayabiliriz.

Gerçek halife, unvanı taşıyan değil, sorumluluğu yerine getirendir. Yani kardeşim, sen de ben de halifeyiz. Önemli olan bu emaneti hakkıyla taşıyıp taşımamamızdır.

Sözümdeki doğrular Allah’ın, yanlışlar ise benimdir.

 

Aydın Orhon
aydinorhon.com
Formun Üstü                                                                                                                                            

Formun Altı

Tesbih: Varlıkların Yaşam Amacı

 Tesbih: Varlıkların Yaşam Amacı

Kardeşim, Kur’an’da geçen “tesbih” kelimesi sadece dil ile yapılan bir övgü değil. Arapçada kök anlamına baktığımızda “sebaha” yüzmek, akıp gitmek demek. Yani bir şeyin kendi yaratılış amacına uygun olarak yol alması. İşte bu yüzden tesbih, tüm canlıların Allah’ın belirlediği kanunlara uygun şekilde varlığını sürdürmesi anlamını taşıyor.

Bak mesela Allah şöyle diyor:
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlamazsınız. O ise halimdir, çok bağışlayandır.” (İsrâ 17:44)

Bu ayette çok net görüyoruz: Tüm kainat Allah’ı tesbih ediyor. Ağaç, kuş, yıldız, deniz… Hepsi yaratıldıkları amaca uygun yaşıyor, yani Allah’ın yasalarına göre varlıklarını sürdürüyor. Biz onların tesbihini duymuyoruz ama o düzeni gözümüzle görüyoruz.

Bir başka yerde şöyle buyuruluyor:
“Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ı tesbih eder.” (Haşr 59:1)

Buradaki vurgu da aynı: Her şey Allah’ın koyduğu düzen içinde, bir uyum ve itaat halinde var oluyor.

Aslında kardeşim, biz insanlar da tesbihin bir parçasıyız. Allah bize irade verdiği için biz ister bu düzene uyarız isterse isyan ederiz. Ama diğer varlıklar sorgusuz sualsiz kendi yaratılış gayesine göre akıyor. Güneş batmaktan vazgeçmiyor, deniz dalgalanmaktan sıkılmıyor. Hepsi Allah’ın isteği doğrultusunda akıyor. İşte onların tesbihi budur.

İnsana gelince, Kur’an’da bize de “tesbih” emrediliyor:
“Sabah akşam Rabbini tesbih et.” (İnsan 76:25)

Buradaki tesbih de yalnızca dil ile “subhanallah” demek değil; hayatımızı Allah’ın isteği doğrultusunda yaşamak. Yani haksızlıktan uzak durmak, adaleti ayakta tutmak, helal-haram çizgisini korumak, kısaca O’nun istediği gibi bir hayat sürmek.

Kardeşim düşün; bir kuş Allah’ı tesbih ediyor çünkü uçuyor, ötüyor, yavrusunu besliyor. Çünkü yaratılış amacı bu. Bir balık yüzüyor, bu onun tesbihi. Bizim tesbihimiz ise Allah’ın bize verdiği akıl ve iradeyi, yine O’nun gösterdiği Kur’an doğrultusunda kullanmak.

Kur’an’da Allah şöyle diyor:
“Biz insanı en güzel kıvamda yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip salih amel işleyenler hariçtir.” (Tîn 95:4-6)

Burada çok açık: İnsan Allah’ın ölçülerine göre yaşarsa en güzel halini koruyor. Ama tesbihi bozup O’na aykırı bir hayat seçerse aşağıların aşağısına düşüyor. Yani yaratılış amacından uzaklaşıyor.

Bir başka örnek:
“Görmedin mi, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğu Allah’a secde ediyor. Çoğu da azabı hak etmiştir.” (Hac 22:18)

Bak kardeşim, bu ayet tam da konumuzu anlatıyor. Bütün varlıklar Allah’ın düzenine uyuyor, ama insanların bir kısmı uyuyor, bir kısmı isyan ediyor. İşte tesbihi bozmak bu. İsyan edenler yaratılış gayesinden sapıyor ve kendilerini azaba sürüklüyorlar.

Başka bir ayette ise Allah şöyle uyarıyor:
“Onlar Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Halbuki kıyamet günü yeryüzü bütünüyle O’nun tasarrufu altındadır, gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür.” (Zümer 39:67)

Bu da bize şunu söylüyor kardeşim: İnsan Allah’ı hakkıyla yüceltmez, yani tesbihi terk ederse aslında kendi değerini düşürmüş oluyor. Çünkü kainat zaten O’nun kontrolünde, O’nun yasaları işliyor. İnsanın reddedişi sadece kendi zararına.

Kısaca toparlarsak:

  • Diğer tüm varlıklar zorunlu olarak tesbih eder, yani yaratılış amacına göre yaşar.
  • İnsan ise irade sahibi olduğu için tesbihi bozabilir.
  • Tesbihi bozmak, Allah’ın ölçülerine aykırı yaşamaktır.
  • Bu da insanı “aşağıların aşağısına” indirir.

Öncelikle, tesbihi koruyan insan iç huzuru kazanır. Allah şöyle diyor:
“İman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle huzura kavuşanlar… Bilin ki kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle huzur bulur.” (Ra’d 13:28)

Burada “zikrullah” sadece dil ile tekrar değil, Allah’ı sürekli hatırda tutup O’nun istediği gibi yaşamak demektir. Yani tesbihi koruyan insan kalbinde bir denge, bir sükûnet buluyor.

Bir başka kazanç, Allah’ın koruması ve desteği. Ayette şöyle buyuruluyor:
“Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan nura çıkarır.” (Bakara 2:257)

Tesbihi koruyan insan, hayatın karanlıklarında kaybolmaz. Çünkü Allah’ın dostluğunu kazanır ve sürekli doğru yola yönlendirilir.

Ayrıca, böyle insanlar için ahirette de büyük müjdeler var:
“İman edip salih ameller işleyenleri, içinden ırmaklar akan cennetlere sokacağız; orada sürekli kalacaklardır. Allah’ın vaadi haktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (Nisâ 4:122)

Yani kardeşim, tesbihi koruyan, yaratılış amacına uygun yaşayan insanın son durağı ebedi huzur olan cennet.

Dünya hayatında ise böyle bir insan, hem kendisi huzurlu olur hem de çevresine iyilik taşır. Çünkü Kur’an’da defalarca salih amelin önemi vurgulanır. Tesbihi hayatında yaşatan kişi adil olur, kul hakkına girmez, doğaya zarar vermez, iyiliği yayar. Bu da hem kendi hayatını güzelleştirir hem toplumda güven ve huzur oluşturur.

Kur’an’da nebilerin de sıkça tesbih ettiği anlatılır. Yunus kıssasında mesela:
“Eğer o, çok tesbih edenlerden olmasaydı, balığın karnında kıyamet gününe kadar kalırdı.” (Saffât 37:143-144)

Burada Yunus’un tesbihi sadece dil ile bir zikir değil, Allah’a yönelişi, O’nun isteğini kabul edişiydi. Bu da onun kurtuluşuna vesile oldu.

Kardeşim, işte biz de hayatımızda aynı mantığı taşırsak tesbihi canlı tutmuş oluruz. Yani:

  • Evde ailemize iyi davranmak,
  • Komşuya haksızlık etmemek,
  • İşte harama bulaşmamak,
  • Fakire yardım etmek,
  • Yolda yürürken bile kimseye zarar vermemek…

Bunların hepsi tesbih bilincinin bir yansımasıdır. Çünkü Allah’ın istediği gibi yaşamaktır.

Sonuç olarak tesbih, bir ipteki boncukların dönüp gitmesi değil; evrenin yasalarıyla uyumlu bir yaşam sürmektir. Bizim için de bu, Allah’ın vahyine uygun yaşamakla mümkündür.

 

Sözümdeki doğrular Allah’ın, yanlışlar ise benimdir.
aydinorhon.comFormun Altı

 

  Kader: İnsan İradesiyle Yazılan Yolculuk Kardeşim, kader konusu insanlık tarihi boyunca en çok tartışılan meselelerden biri olmuştur. Çü...