Yükteki Su Kabı: Yusuf’un Hikâyesinden Bugüne Adalet ve Merhamet?

Yükteki Su Kabı: Yusuf’un Hikâyesinden Bugüne Adalet ve Merhamet?

Bir gün ansızın yüklerin arandığını hayal et…
Herkesin omzunda, sırtında bir çuval var. Kimisinin içinde dua, kimisinin içinde kin, kimisinin içinde sessizce işlenmiş iyilikler… Ve o anda, yükler tek tek açılıyor. Senin yükünde ne çıkacak? İşte Yusuf kıssasında geçen “su kabı” hadisesi, bu soruya derin bir cevap veriyor.

Yıllar geçmişti… Yusuf, bir zamanlar kardeşlerinin kıskançlığı yüzünden kuyuya atılmış, köle olarak satılmış, ardından zindana düşmüştü. Ama Allah’ın planı hep onunlaydı. Sabretti, ölçüsünü bozmadı, iftiralara karşı sustu ve sonunda Mısır’da devlet hazinelerinin başına geçti.

Bir gün uzak diyarlardan gelen bir kafile sarayın kapısına vardı. İçlerinde Yusuf’un öz kardeşi Bünyamin de vardı. Onlar Yusuf’u tanımıyorlardı ama Yusuf onları bir bakışta tanımıştı. Yıllar önce kendisini kuyuya atan kardeşleri karşısındaydı. Kalbinin bir yanı eski acıları hatırlasa da, öteki yanı Allah’ın verdiği görevle doluydu.

Yusuf, kardeşlerine erzaklarını yükletti. Fakat Bünyamin’in gitmesini istemiyordu. Onu korumalı, yanında tutmalıydı. Ama nasıl? Onların kanunlarına göre birini yanında alıkoymak için ancak suçüstü yapılabilirdi. Yusuf, işte bu noktada bir plan yaptı.

“Sonra, kardeşlerinin erzaklarını yüklettikten sonra, su kabını kardeşinin yüküne koydu. Sonra bir münadi, ‘Ey kafile! Siz hırsızsınız!’ diye seslendi.” (Yusuf 12:70)

Bu dışarıdan bakınca bir tuzak gibi görünse de, Yusuf’un amacı haksızlık değil; masum olanı korumaktı. Bu, merhametle örülmüş, adaletle ölçülmüş bir stratejiydi. Yusuf’un niyeti, iftira ile yıkmak değil, adaleti yerli yerine oturtarak temiz kalbi korumaktı.

Kur’an’da su, rahmeti, hayatı ve vahyi simgeler:

“Biz gökten suyu bir ölçü ile indirdik…” (Mü’minun 23:18)

Kap ise ölçüyü ve içine konan değeri temsil eder. Yusuf’un kardeşinin yüküne koyduğu su kabı, onun tertemiz kalbini, salih amellerini ve safiyetini simgeliyordu. Yük, dışarıdan görünen bir yük değil; içsel bir mânâya damga vuran bir semboldü. Bünyamin, geçmişte Yusuf’a yapılan kötülüğe ortak olmamış, kalbi temiz kalmıştı. Yusuf, bu planla bir anlamda geçmişteki haksızlığı dengelemiş, o temizliği onaylamıştı.

Yükler arandı, su kabı Bünyamin’in yükünde bulundu. Bu bir suç değil, bir kurtuluştu. Yusuf intikamı seçmedi; adalet ve merhameti aynı anda yaşadı. Allah’ın planı sessizce işliyordu.

Buradan çıkarılacak dersler var; sadece geçmişten okunacak bir olay değil, bugüne uzanan bir sohbet. Kıssanın içinde geçen semboller, kendi hayatımıza ayna tutar. Yük, su kabı, erzak, temiz kalp… Bunların her biri hem dünyevi hem uhrevi karşılıklar taşır.

Her insanın sırtında bir yük vardır. Kur’an şöyle der:

“Hiçbir günahkâr, bir başkasının günahını yüklenmez…” (Fatır 35:18)

Senin yükün neyle dolu? Dua ile mi? Kinle mi? Salih amel ile mi? Yusuf’un kardeşine koyduğu yük, merhametin ve adaletin birleştiği bir işaretti. Bizim de kardeşlerimizin yüküne koyduklarımız ya onları yüceltir ya da ağırlaştırır.

Yusuf, adalet ile merhameti dengeledi. Zor olanı yaptı: Ne sadece sert oldu ne de ölçüsüzce yumuşadı. Bugün çoğu zaman ya adaleti unutarak merhameti büsbütün gevşetiyor ya da merhameti hiçe sayarak yalnızca serliğe saplanıyoruz. Oysa ikisi birlikte yürürse hakikat ortaya çıkar.

“Sembolün gücü” dedik; çünkü “su kabı” olayı sadece bir fiziksel araç değil, bir ruh haliydi. Su rahmetti; kap, içine konanı taşıyan ölçü. İnsan da taşıdığı yükle kendi hikâyesini yazar. O yük ne tür bir hikaye anlatıyor?

Bugünün Yusuf’u kim? İftiraya uğrayan, dışlanan, anlaşılmayan ama ölçüsünü bozmayan; hiddetle değil hikmetle karşılık veren kişi… Bugünün su kabı nedir? Kalbimizdeki vicdan, kardeşinin yanında duruşumuz, yüküne ne koyduğumuzdur. Sözlerimiz, davranışlarımız, susuşlarımız; hepsi birer müdahaledir. Kardeşimizin yüküne dua mı ekliyoruz, yoksa sessizce ağırlaştıran bir taş mı bırakıyoruz?

Ahiret günü geldiğinde her şeyin karşılığı gözler önüne serilecektir:

“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür; kim zerre kadar şer işlerse onu görür.” (Zilzal 99:7-8)

O gün belki melekler şöyle diyecek: “Hükümdarın kabı bu kişinin yükünde bulundu.” Bu, sadece dışarıdan verilen bir takdir değil; kalbin içinde adaletle, merhametle, doğru ölçüyle taşıdığın yükün ilanıdır.

Şimdi bırak bu olayı kendi hayatına yansıt:

  • “Kardeş” dediğin kim? Sadece kan bağı olan mı, yoksa yoluna dokunduğun, karşılaştığın tüm insanlar mı?
  • Bugün birinin yüküne ne koydun? Dua mı, sessizce öfke mi, yoksa karşılık vermeden yanında durmak mı?
  • Kendi yükünü salih amellerle ağırlaştırmak niyetinde misin, yoksa onu boş bırakıp havada sürüklemeye mi terk ediyorsun?
  • Ahiret günü melekler “Bu kişinin yükünde rahmet kabı bulundu” desin istiyorsan, bugün ne yapmak gerekiyor?

Ne mutlu o kula ki, Yusuf gibi adaleti merhametle dengeleyip, kardeşinin yüküne su kabı gibi bir güzellik koymuş; kendi yükünü de Rabb’in razı olacağı salih amellerle anlamlı kılmıştır. Sen de zaman durmadan akıp giderken, yüküne ne koyduğunu sorgula; belki bir dua, belki bir yardım, belki bir suskunlukla fark yarat.

Gerçek olan Allah’ın lütfu, hata ise benim aczimdendir.

 

Aydın Orhon
aydinorhon.com

 

İman Ettim Demek Yetmez: Kur’an’la Teyit Etmedikçe Aslında Etmedin

 İman Ettim Demek Yetmez: Kur’an’la Teyit Etmedikçe Aslında Etmedin

Kardeşim, Allah’ın bize bildirdiği şehadet cümlesi Kur’an’da defalarca geçer:
"Lâ ilâhe illallah" — Allah’tan başka ilah yoktur.

Kur’an’da 30’dan fazla yerde bu cümle geçer. Hatta bazı ayetlerde açıkça şöyle buyrulur:

“Allah, kendisinden başka ilah olmadığına şehadet etti; melekler ve ilim sahipleri de adaletle şehadet ettiler. O’ndan başka ilah yoktur. Azizdir, hakimdir.”
(Al-i İmran, 18)

Bak dikkat et, Allah’ın kendisi bu şehadeti verirken sadece “Allah’tan başka ilah yoktur” diyor. Başka hiçbir isim, başka hiçbir ekleme yok. Ne bir nebi adı, ne bir veli, ne de başka bir kutsiyet yüklenen kişi… Sadece ve sadece Allah. Çünkü tevhid budur. Çünkü iman, yalnızca Allah’a teslimiyettir.

Peki biz ne yapıyoruz? Allah’ın bize öğrettiği bu saf şehadetin yanına, Allah’ın eklemediği bir ismi ekleyerek kendi din anlayışımızı şekillendiriyoruz. Ne diyoruz? “ Lâ ilâhe illallah ve Muhammeden resûlullah.”
Peki Allah bize bu şekilde mi öğretti? Hayır.

Kur’an boyunca hiçbir ayette bu iki cümlenin bu biçimde arka arkaya ve şehadet kalıbında geçtiğini göremeyiz. Elbette Muhammed Allah’ın elçisidir, bunda şüphe yok. Ama mesele onun elçi olup olmadığı değil; mesele Allah’ın öğrettiği sınırları geçip geçmediğimizdir.

Bak kardeşim, Allah bize çok net bir emir veriyor:

“Allah’ın elçileri arasında ayrım yapmayın.”
(Bakara, 285)
“Biz, Allah’ın elçileri arasında ayrım yapmayız.”
(Al-i İmran, 84)

Şimdi soruyorum sana: Sadece Muhammed’in adını iman cümlesine dahil etmek, diğer elçileri dışarıda bırakmak değil midir? Eğer Allah’ın öğrettiği iman cümlesine sadece Muhammed’i ekliyorsak, Nuh’a, Musa’ya, İsa’ya, İbrahim’e elçiliklerini neden şehadette belirtmiyoruz? Bu, Kur’an’daki "ayrım yapmayın" ilkesine ters düşmez mi?

Bak, yine Kur’an’dan bir örnek verelim:

“Onlar yalnızca ‘Rabbimiz Allah’tır’ dediler ve sonra dosdoğru oldular...”
(Fussilet, 30)

İmanları sadece bu kadar: “Rabbimiz Allah’tır.”
Ve Allah onlara müjde veriyor. Ne Muhammed’in ismi geçiyor burada, ne başka bir elçi. Demek ki iman etmek için Allah’ı tek ilah olarak kabul etmek yeterlidir. Elçiyi ise iman ettiğimiz kaynağın getirilme aracı olarak tanırız. Muhammed’e iman etmek, onun Allah’tan başka hiçbir şey söylemediğini kabul etmektir. Onun getirdiği kitap Kur’an’dır ve bu kitapta Allah’ın öğrettiği şehadet cümlesi ortadadır.

“Siz sadece şunu söyleyin: ‘Biz Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilene ve tüm nebilere Rablerinden verilene iman ettik. Onlar arasında ayrım yapmayız ve biz Allah’a teslim olanlarız.’”
(Bakara, 136)

Görüyor musun kardeşim? İman cümlesi Kur’an’da bu şekilde verilmiş. Her nebiye iman, ama ayrım yapmadan. Ne sadece birini öne çıkarma var, ne de kendiliğinden cümle üretme…

İşte bu yüzden ben Allah’ın öğretmediği bir şehadet kalıbını ağzıma almaktan çekinirim. Çünkü Allah sınır çizmiş. “Benim indirdiğime uyun” demiş.
Ben kimim ki, bu sınırın ötesine bir isim daha yazayım?

Kaldı ki, elçiye iman etmek, onun Allah’tan getirdiği mesaja uymaktır. Elçiliğini kabul ettiğim biri hakkında en doğru bilgi nerede olur? Elçinin kendisinin “Bana bu indirildi” diyerek sunduğu kitapta: yani Kur’an’da. O zaman hem “Muhammed Allah’ın elçisidir” deyip hem de onun tek rehberi olan Kur’an’ın dışına çıkmak nasıl olur? Bu çelişkiyi görmüyor muyuz?

Şehadet, Allah’a söz vermektir. Onu tek ilah olarak kabul ettiğini açıkça beyan etmektir. Eğer bu cümleye Allah’tan başkasını karıştırırsan, o artık tevhid değil, şirk kokan bir karışıma dönüşür. O yüzden dikkatli olmalıyız. Allah’ın saf, katıksız tevhid dinini; mezhep, gelenek veya duygusal bağlılıkla gölgelememeliyiz.


Kardeşim, son söz şu olsun:
Allah’ın kitabında nasıl geçiyorsa, biz de öyle inanmalı, öyle konuşmalıyız.
O bize “Lâ ilâhe illallah” dediyse, biz de öyle diyelim. Elçileri onurlandıralım ama Allah’ın sınırlarını aşmayalım. Çünkü iman, Allah’ın öğrettiğine teslim olmaktır; halkın ürettiğine değil.

Peki kardeşim, devam edelim... Konumuz önemli bir noktaya geldi: Elçiyi sevmek.
Ama şunu netleştirelim: Sevmek başka şeydir, onu Allah’a ortak koşarcasına yüceltmek bambaşka bir şey. Kur’an bize bu ayrımı öğretir. Allah’ın elçisini nasıl seveceğimizi de yine Kur’an belirler. Duyguya göre değil, ölçüye göre.

Çünkü ne yazık ki günümüzde “elçiyi seviyoruz” bahanesiyle, onun hiç demediği sözleri dine sokanlar var. Kur’an’da geçmeyen ibadetleri, uydurulmuş hadisleri onun ağzından söylenmiş gibi anlatanlar var. Hatta bazısı Allah’tan çok onun ismini anıyor. Bu sevgi değil kardeşim, bu şirke kaymaktır.

Şimdi Allah ne demiş, bir görelim:

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin...”
(Al-i İmran, 31)

Bak bu ayet, elçiyi sevmenin değil, elçiye uymanın ölçüsünü veriyor. Elçiye uyarsan Allah seni sever. Elçiye uymak demek, uydurulan şeylere değil, onun uyduğu şeye uymaktır. Peki elçi neye uyuyordu? Hemen cevap verelim:

“Ben sadece bana vahyedilene uyarım.”
(En’am, 50 – Ahkaf, 9 – Yunus, 15 – A’raf, 203 gibi birçok ayette geçer)

Yani elçi Kur’an’dan başka bir şeye uymuyordu. Demek ki onu sevmek demek, onun uyduğu vahye uymak demek. Yoksa sabahlara kadar salavat getirmekle değil. Onun adına uydurulmuş masalları kutsamakla değil. Hele ki Kur’an’a ters düşen şeyleri savunmakla hiç değil.

Mesela birileri diyor ki: “Elçinin sünneti Kur’an’dan önce gelir.”
Kardeşim bu nasıl bir sözdür? Allah’ın sözü varken, bir kulun sözü nasıl önce gelir? Hangi elçi Allah’ın önüne geçebilir?

Allah çok açık söylüyor:

“Artık Allah’a ve onun elçisine iman edin. O size kitabı indirendir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
(Hadid, 7)

Bak burada bile sıralama nettir: Allah → Elçi → Kitap.
Ama bu kitap Kur’an’dır, başka bir kaynak değil. Elçi bu kitabı getiren kişidir, eklemeler yapan değil. Sevgimiz eğer Allah’ın belirlediği sınırı aşıyorsa, o zaman sevgi değil, taassup olur.

Bir de şu ayeti hatırlayalım:

“O kendi arzusuna göre konuşmaz. O, ancak kendisine vahyedilenden başka bir şey değildir.”
(Necm, 3-4)

Yani elçinin her sözü vahiy değil, sadece vahyedilen kısım dindir. Geri kalan insani yönüdür, o da hata yapabilir. Nitekim Kur’an’da birkaç yerde uyarıldığı olaylar var (Abese Suresi, Tevbe 43, Enfal 67 gibi). Bu da gösteriyor ki elçiyi kutsallaştırmak doğru değildir.

Elçiyi seveceğiz. Elbette. Ama onun Allah’a gösterdiği teslimiyeti örnek alarak seveceğiz. Onun vahye bağlılığını, onun doğruluğunu, onun sabrını, onun tevazusunu örnek alacağız.
Ama onun adını Allah’ın adının yanına yazıp yeni bir şehadet oluşturursak, onun en çok değer verdiği şeyi –tevhidi– zedelemiş oluruz.


Kardeşim, sonuç şu:

* Elçiyi seviyorsan Kur’an’a uy.
* Elçiyi seviyorsan onun gibi sadece Allah’a kul ol.
* Elçiyi seviyorsan onun hiç demediği sözleri ona isnat etme.
* Elçiyi seviyorsan onun ölçüsünü ölçü olarak kabul et: Sadece vahiy.

Böyle bir sevgi elçiyi Allah’ın razı olduğu bir şekilde yüceltir. Ama ölçüsüz sevgi, Allah’ın hoşnut olmadığı bir yere sürükler.
Bu yüzden elçiyi Allah’ın tanıttığı kadar tanıyalım, Kur’an’ın çizdiği ölçüyle sevelim. İşte o zaman hem elçiye vefalı oluruz, hem Allah’a sadık.

Şimdi buradan, “sünnet” kavramı nasıl yanlış anlaşıldı, oraya da geçebiliriz.

Pekâlâ kardeşim, şimdi konunun en tartışmalı ama aynı zamanda en hayati noktalarından birine gelelim: Sünnet meselesi. Çünkü bugünkü İslam anlayışının büyük kısmı bu kelime etrafında dönüyor. Ama ne yazık ki Kur’an’ın anlattığı “sünnet” ile halkın dilinde dolaşan “sünnet” apayrı şeyler.

İstersen önce sade bir soru soralım:
Kur’an’da “sünnet” kelimesi geçiyor mu? Evet, geçiyor.
Peki kimin sünnetinden bahsediliyor? Muhammed’in mi?
Hayır kardeşim, sadece ve sadece Allah’ın sünneti.

Birkaç ayete birlikte bakalım:

“Allah’ın daha önce gelip geçmişler hakkındaki sünneti budur. Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.”
(Ahzab, 62)

“Daha öncekilerle ilgili Allah’ın sünneti budur. Allah’ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın.”
(Fetih, 23)

Görüyor musun kardeşim? Kur’an’da geçen sünnet hep Allah’ın sünnetidir. Yani O’nun evrensel yasalarıdır. Değişmeyen ilkeleridir. Bu sünnet; zulmeden kavimlerin helak edilmesidir, iman edenlerin sonunda kurtulmasıdır, hak ile batılın çatışmasıdır. Ama hiçbir ayette “Muhammed’in sünneti” diye bir kavram geçmez.

Peki, bugün insanlar sünnet deyince ne anlıyor?
Yemek yerken sağ elle yemek, tuvalete sol ayakla girmek, sakal bırakmak, misvak kullanmak… Bunlar elçinin Kur’an’dan bağımsız kişisel alışkanlıkları olabilir. Ama dinin kaynağı olabilir mi? Elbette ki hayır. Çünkü Allah, kitabında çok net söylüyor:

“Bu kitap size her şeyi açıklamak için indirildi.”
(Nahl, 89)

Her şey varsa, başka bir sünnete ihtiyaç kalır mı?
Allah bir şeyi açıklamışsa, elçiye düşen görev sadece onu tebliğ etmektir. Nitekim ayet çok net:

“Sana düşen sadece tebliğ etmektir.”
(Ra’d, 40 – Maide, 92 – Ali İmran, 20)

Eğer Muhammed’in Kur’an dışı söz ve davranışları da dinin kaynağı olsaydı, Allah mutlaka şöyle derdi: “Size Kur’an’ı ve Muhammed’in hadislerini gönderdik.” Ama böyle bir ifade Kur’an’da yok. Çünkü Kur’an tamamdır. Çünkü Allah şöyle buyurmuştur:

“Bugün sizin için dininizi tamamladım...”
(Maide, 3)

Tamamlanmış bir dine sonradan “sünnettir, hadistir” diye bir şey eklemek ne demek olur kardeşim? Allah’ın tamam dediğine eksik demek olur. Bu da Allah’a karşı çok büyük bir saygısızlıktır.

Kur’an elçiye ne diyor?:

“De ki: Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben, apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim.”
(Ahkaf, 9)

Demek ki elçinin uydurduğu bir sünnet yok. O sadece vahyi yaşayan, öğreten, aktaran biridir. Onun sünneti diye bir şey varsa, o da Kur’an’a uymaktır. Çünkü onun hayatı zaten Kur’an’dı:

“O, size Allah’ın ayetlerini okuyor, sizi arındırıyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor.”
(Bakara, 151)

Buradaki “hikmet” de Kur’an’ın kendisidir, bu da başka bir tartışma konusu dilerseniz “aydinorhon.com” web sitesinden “Hikmet Nedir” diye aradığınızda inceleme fırsatınız olacaktır.


Kardeşim, şimdi durup düşünelim:
Eğer biz dinimizi Allah’ın kitabından öğrenmiyorsak, neye güveniyoruz?
Kur’an’ın hiçbir yerinde olmayan, ama “sünnet” adıyla öğretilen kurallara uymak, Allah’tan gelmeyen bir dine uymak değil midir?

Unutma, Kur’an’ın dışına çıkınca tevhid bozulur.
Kur’an’a ekleme yapınca din karışır.
Kur’an’ı yeterli görmeyince, aslında Allah’ı yetersiz görmüş oluruz.

O yüzden dinimize çok hassasiyetle  yaklaşalım kardeşim.
Allah’ın öğretmediği şehadet cümlesine ek yapmaktan nasıl çekiniyorsan, aynı şekilde Allah’ın öğretmediği “sünnet dinine” uymaktan da kaçınmalısın.

Gerçek sünnet, Allah’ın sünnetidir.
Gerçek uymamız gereken ölçü, Kur’an’dır.
Gerçek sevgi, elçinin sadakatini örnek alıp, sadece Allah’a kul olmaktır.

Elbette kardeşim, şimdi geldik işin temel taşlarından birine: Hadislerin dine kaynak olup olamayacağı meselesine. Bu konu genelde insanların en çok çekindiği, ama bir o kadar da net olması gereken bir meseledir. Çünkü burada mesele sadece “hadis doğru mu değil mi?” değil. Asıl mesele şu: Din yalnızca Allah’ın indirdiğiyle mi yaşanır, yoksa insanlar mı ekleyebilir?

Haydi gel, yine Kur’an merkezli, sohbet havasında konuşalım.


Kardeşim, önce en temel soruyu soralım:
Kur’an’da Allah, bizden neye inanmamızı istiyor?
Cevap çok açık:

“Allah’a, meleklerine, kitaplarına, elçilerine ve ahiret gününe iman edin.”
(Bakara, 285)

Bak burada ne var? Kitap var. Ama tek bir kitap: Kur’an.
Hadis var mı bu listede? Yok.
Peki Allah’ın tamamladığını söylediği dinin içinde hadis kaynakları geçiyor mu? Hayır. Allah, “Bugün sizin için dininizi tamamladım” (Maide, 3) dediği noktada, ortada ne Buhari var, ne Müslim, ne Tirmizi... Bunlar daha yüzyıllar sonra yazılmış şeyler.

Bir düşün kardeşim:
Allah bir din gönderiyor. Kitabını indiriyor.
Ama o kitabın %90’ı anlaşılmazmış gibi anlatılıyor.
Sonra yüz yıl, iki yüz yıl bekleniyor ve deniyor ki:
“Asıl din bu kitapla değil, bu kitabın açıklaması olan hadislerle anlaşılır.”

Bu söz kime güvenmemiz gerektiğini sorgulatmıyor mu?
Kur’an’ı indiren Allah’a mı güveneceğiz, yoksa “ben duydum ki, şöyle söylemiş” diyen kişilere mi?

Kur’an’ın içinde hadis kelimesi geçer mi? Geçer.
Ama nasıl biliyor musun?
“Hadis” kelimesi Kur’an’da "söz", "söylem", "anlatı" anlamında geçer. Ve her seferinde Allah’tan gelenin dışında kalan hadislerden bizi uzak durmamız için uyarır.

İşte birkaç ayet:

“Bu sözden (Kur’an’dan) sonra hangi hadise inanacaklar?”
(A'raf, 185)

“Artık bu Kur’an’dan sonra hangi söze/hadise inanıyorlar?”
(Mürselat, 50)

“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet... Onların heveslerine uyma. Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın!”
(Maide, 49)

Bu ayetler ne diyor kardeşim?
“Allah’ın sözü yeterlidir, başka sözlerin peşine düşmeyin.”
Eğer biz, “ama şu hadis olmadan şu ayeti anlayamayız” dersek, bu ne anlama gelir biliyor musun? “Allah açık anlatamamış, açıklamayı başkası yapmış” demek olur. Hâşâ!
Kur’an’ı yetersiz görmek, Allah’ı eksik görmekle eşdeğerdir. Bu da apaçık bir sapmadır.

Elçiye ne görev verilmişti? Sadece ve sadece vahyi tebliğ etmek.
Bak Kur’an ne diyor:

“Elçiye düşen yalnızca tebliğ etmektir.”
(Maide, 99)

“Ben sadece bana vahyedilene uyarım.”
(En’am, 50)

O halde Muhammed, Kur’an dışı bir şey öğretmedi. Kur’an’ın dışında din adına ne varsa, Allah’tan gelmedi. Kur’an, dinin tek kaynağıdır. Ve elçi de sadece bu kitabı getirmiştir. Onun dışında ona atfedilen sözler, insanlar tarafından duyulmuş, yazıya geçirilmiş ve içinde doğrularla birlikte nice çarpıtmalar barındıran anlatılardır.

Nitekim Kur’an’da şöyle bir uyarı da vardır:

“Onların sözlerinin çoğunda bir hayır yoktur.”
(Nisa, 114)

“Zan, haktan hiçbir şey kazandırmaz.”
(Yunus, 36)

Eğer hadis kitaplarında geçen bir söz Allah’tan değilse ve biz ona “din” diyorsak, Allah’ın yetkisine ortak koşmuş oluruz. Çünkü Allah, sadece kendi sözünün din olduğunu bildiriyor. Kur’an’ın dışında “şu da dindir” diyen herkes, Allah’a karşı iftira uydurmuş olur.


Kardeşim, işin özeti şudur:
* Hadis kitapları Allah’ın indirdiği kitaplar değildir.
* İçlerinde doğrular olsa bile, Allah’ın ayırmadığı şekilde “bu dindir” diye sunulamaz.
* Kur’an dışındaki hiçbir söz Allah adına konuşamaz.
* Elçi bile sadece Kur’an’la hükmetmiş, başka kaynak üretmemiştir.

Eğer biz Allah’ın “sadece bana ait olan hükümler” dediği konuda başka insanların sözlerine dayanırsak, dine kendi elimizle şirk bulaştırmış oluruz.

Hadisleri dinde ölçü olarak görmeyelim. İslam’ı seviyorsak, Allah’a güvenelim.
Elçiyi seviyorsa, onun sadakatini örnek alalım:
Sadece vahye uymak.

Şimdi sıkça duyduğumuz şu söze gelelim:
“Kur’an her şeyi açıklamaz, ayrıntılar sünnet ve hadisle tamamlanır.”
Bu cümle sana da tanıdık geliyor değil mi? Belki bir cami çıkışında, belki bir vaazda ya da sosyal medyada… Ama durup düşünelim: Bu gerçekten Allah’ın söylediği bir şey mi, yoksa insanlar mı uydurdu?


Kur’an, Allah’ın gönderdiği bir kitap. Hem de son kitap.
Ve Allah onu nasıl tanımlıyor biliyor musun?

“Kitabın ayetleri sağlam kılınmış, sonra da ayrıntılı olarak açıklanmıştır; hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan Allah tarafından.”
(Hud, 1)

Açıkça söylüyor: “Ayrıntılı olarak açıklanmıştır.”
Yani Kur’an eksik değil. Özet de değil. Sadece ana hatları veren bir taslak değil. Aksine, Allah’ın her konuyu açıklamak üzere detaylandırdığı bir kitap.

Bir ayet daha verelim:

“Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”
(En’am, 38)

Burada “hiçbir şey” diyor kardeşim. “Bazı şeyler” demiyor. “Sadece inanç esasları” demiyor. Dinle ilgili ne varsa, bu kitapta var. Çünkü Allah dinini tamamladığını söylüyor:

“Bugün sizin için dininizi tamamladım, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.”
(Maide, 3)

Şimdi düşünelim kardeşim: Allah bir dini tamamladım diyor. Ama sonra bazı insanlar çıkıp diyor ki, “namazı Kur’an’dan öğrenemezsin”, “oruç ayetleri yetersiz”, “evlenme, boşanma, miras gibi hükümler detaylı değil”…
Bu Allah’ın “tamamladım” sözünü geçersiz kılmaz mı?
Oysa Allah ne söylüyorsa doğrudur. O zaman eksik olan din değil, insanların Kur’an’ı okuyup anlamaya olan isteksizliğidir.


Bir de Kur’an’ın kendi kendini nasıl tanıttığına bakalım:

🔹 “Bu, ayetleri Arapça bir Kur’an olarak açıklanmış bir kitaptır.”
(Fussilet, 3)

🔹 “Açıklayıcı bir kitaptır.”
(Yusuf, 1)

🔹 “Kur’an’da insanlar için her türden örnek verdik.”
(Zümer, 27)

🔹 “Öğüt alsınlar diye biz bu Kur’an’da türlü türlü açıklamalarda bulunduk.”
(İsra, 41)

🔹 “Bu Kur’an, kendisiyle uyarılsınlar diye açıklanmış bir sözdür.”
(Ahkaf, 12)

Bu kadar açık ifadeler varken, hâlâ “Kur’an açıklayıcı değildir” diyen biri Allah’a ne demiş olur farkında mısın?
“Hâşâ, senin açıklamaların yetersiz.”
Bu, açıkça Allah’ı eksik tanımaktır.
Bu da doğrudan şirk kokar. Çünkü açıklama yetkisini Allah’tan alıp kullara verir.


Kur’an’da bir de şu çok önemli ilke var kardeşim:

“Hüküm yalnızca Allah’a aittir.”
(Yusuf, 40)

Peki insanlar ne yaptı? Bu yetkiyi Allah’tan alıp, hadisçilerle, imamlarla, mezhep kurucularıyla paylaştı. Hatta onların sözlerini Allah’ın sözünün önüne koydu. “Kur’an’da yok ama filan hadis var” deyip, Allah’ın hükmü yerine beşerin sözüne uyanlar çıktı.
Peki bu, Allah’a iman mı, yoksa insanlara iman mı?

İşte bu yüzden Allah bizleri uyarıyor:

“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet...”
(Maide, 49)

Yani Allah indirdiğiyle hükmetmemizi emrediyor,
ama biz kalkıp, Allah’ın indirmediğiyle hükmediyoruz.
Ne acı değil mi?


Kardeşim, şimdi soralım:
🔸 Namaz Kur’an’da var mı? → Evet.
🔸 Oruç? → Detaylarıyla var.
🔸 Zekât? → Şartlarıyla açıklanmış.
🔸 Evlenme, boşanma, miras, ticaret, savaş, barış, adalet, ahlak? → Hepsi Kur’an’da.

O zaman biz hâlâ neden “Kur’an yetmez” diyoruz?
Cevap net: Çünkü insanlar Kur’an’ı okumuyor. Çünkü halkın çoğu dinini Allah’tan değil, hocalardan, mezheplerden, gelenekten öğrenmiş.
Ama Allah bize şöyle diyor:

“Kur’an’dan sorumlusunuz.”
(Zuhruf, 44)

Yani Allah, “hadislerden, mezheplerden” değil, sadece Kur’an’dan hesaba çekecek.
Senin önüne kıyamet günü Buhari ya da İmam Gazali değil, Kur’an konacak.


Sonuç net kardeşim:

* Kur’an eksiksizdir.
* Kur’an detaylıdır.
* Kur’an açıklayıcıdır.
* Kur’an’dan başka dine kaynak yoktur.
* Başka kaynak aramak, Allah’a güvenmemektir.
* Hadisler Kur’an’ı açıklamaz; Kur’an her şeyin açıklamasıdır.

Şimdi sor kendine:
Allah’ın tamam dediği bir dine “eksik” deme cüretini gösterenlere mi uyacaksın, yoksa Allah’a mı teslim olacaksın?

İman, Duyulanla Değil, Kur’an’la Teyit Edilerek Olur

Kardeşim, bir şey duyduğunda ne yaparsın? Hemen inanır mısın? Yoksa “Bu doğru mu?” diye içinden geçirir, araştırmaya mı başlarsın? Hele de konu Allah’ın diniyse, kulaktan dolma bilgiye güvenilir mi? Elbette güvenilmez. Çünkü Kur’an bize defalarca, “Zan, hakikatin yerini tutmaz” der. O halde mesele çok açık: Eğer duyduğumuzu Kur’an’la teyit etmeden inanıyorsak, Kur’an’a değil, kula, geleneğe, masala inanıyoruz demektir. Bu da iman değil, kör taklittir.

Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor:
“Onlar, bir söz işittiklerinde onun en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın doğru yola eriştirdiği kimselerdir.” (Zümer 39:18)

Bu ayet, kulağımıza gelen her bilgiye değil, yalnızca en doğrusuna, en güzeline uymamız gerektiğini söylüyor. Peki bu “en güzel söz” neye göre belirlenir? Elbette Kur’an’a göre. Kur’an’dan onay almamış hiçbir söz, ne kadar süslü olursa olsun, doğru değildir. Hatta Allah, sözlerin arasından “en güzel olanı” seçmemizi bile yeterli bulmaz; bu seçimi, Allah’ın gösterdiği yola göre yapmamız gerektiğini de belirtir. Çünkü en güzel görünen söz, her zaman en doğru olmayabilir. Ölçü, Allah’ın vahyidir.

Bak kardeşim, Allah bize işitme, görme, akıl gibi nimetler vermiş. Ama bunlarla birlikte bir sorumluluk da yüklemiş:
“Doğrusu işitme, görme ve gönül; bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra 17:36)

Hemen bu ayetin başına bakalım:
“Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme.” (İsra 17:36)

Yani ne işitmiş olursan ol, eğer bilgiye —gerçek ve sağlam bilgiye— dayanmıyorsa, peşine düşmeyeceksin. Peki gerçek bilgi nerede var? Elbette Allah’ın kitabında. Kur’an’ın süzgecinden geçmemiş hiçbir bilgi, bizim için kesin ve bağlayıcı değildir. Bir insan “Ben bunu duydum” deyince, o söz vahiy olmaz. Olsa olsa zan olur, yorum olur. Din ise zanla değil, bilgiyle yaşanır.

İşte burada kritik bir mesele var: Şehadet. Yani bir insanın “Ben bu dine inanıyorum” deme biçimi. Allah bu konuda ne diyor, gel birlikte bakalım. Kur’an’da, şehadet ifadesi olan “la ilahe illallah” yani “Allah’tan başka ilah yoktur” ifadesi tam 30’dan fazla yerde geçiyor. Hem de net ve açık şekilde.

Bak mesela:
“Allah, kendisinden başka ilah olmadığına şehadet eder. Melekler ve ilim sahipleri de (buna) adaletle (şahitlik ederler).” (Ali İmran 3:18)

Kardeşim, Allah’ın bizzat kendisinin şehadet ettiği cümle bu: “Allah’tan başka ilah yoktur.” Ne bir ek var, ne bir çıkarma. Bu şehadeti Allah böyle bildirmişken, biz bu ifadeye kendi kafamızdan bir ekleme yapabilir miyiz?

Diyoruz ki: “Evet ama Muhammed de Allah’ın resulüdür.” Evet doğrudur, Kur’an da bunu söylüyor. Ama mesele bu değil. Mesele şu: Allah şehadet cümlesini bu şekilde öğretmişken, biz neden kendimiz bir takı ekliyoruz? Bu, Allah’ın öğrettiğinden daha mı fazlasını biliyoruz anlamına gelmez mi?

Üstelik Kur’an bizi uyarıyor:
“Elçileri arasında ayrım yapmayın.” (Bakara 2:285)

Bu ne demek? Elçilerin görev ve konum bakımından eşit olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Yani birini diğerinin önüne geçirmek, birini özel kılmak, bu uyarıyı ihlal etmek olur. Biz “Muhammed Allah’ın resulüdür” dediğimizde elbette doğruyu söylüyoruz. Ama bu ifadeyi Allah’ın öğretmediği bir bağlama, şehadet cümlesine kendiliğimizden eklersek, bu bir ayrım olur. Hem de Allah’ın koymadığı bir ayrım…

Kardeşim, işte bu yüzden korkarım. Allah’ın öğretmediği bir şehadet biçimini söylemekten çekinirim. Çünkü bu dinde ölçü “Benim içimden böyle geliyor” değil; “Allah ne buyurdu?” sorusudur.

Bir kez daha hatırlatayım:
“Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşme.” (İsra 17:36)
“Zan, gerçekten hiçbir şeyin yerini tutmaz.” (Yunus 10:36)

O zaman ne yapacağız? Duyduklarımızı Kur’an’a arz edeceğiz. Uygunsa kabul edeceğiz, değilse terk edeceğiz. Kardeşim, işte Kur’an’a iman böyle olur. Yoksa duyduğuna göre hareket eden, Kur’an’a değil, kendi kültürüne inanıyor demektir.

 

Gerçek olan Allah’ın lütfu, hata ise benim aczimdendir.

 

Aydın Orhon
aydinorhon.com

Formun Altı

 

Cehennem Sonsuz mu? Yoksa Bir Gün Boşaltılacak mı?

 Cehennem Sonsuz mu? Yoksa Bir Gün Boşaltılacak mı?

Kardeşim, çevremizde sık sık şöyle sözler duyarız: “Tamam, bazı insanlar cehenneme gidecek ama orası sonsuz değil. Günahı kadar yanar, sonra çıkar.” Bu söz kulağa umut verici gibi geliyor olabilir, ama bir durup düşünmek gerek: Bu gerçekten Allah’ın söylediği bir şey mi? Yoksa bizim kendi temennimiz mi?

Kur’an’a baktığında görüyorsun ki, bazı insanlar gerçekten böyle düşünmüş. Hatta Kur’an bu insanları bizzat bize tanıtıyor. Bak Al-i İmran Suresi 23-24. ayetlerde ne diyor:

“Kendilerine Kitap'tan pay verilenleri görmedin mi? Onlar, Allah’ın kitabına çağrılıyorlar ama içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Çünkü diyorlar ki: ‘Bize ateş sadece sayılı günler dokunacak.’ Uydurdukları şeyler, dinleri hakkında onları aldatmış.”

Bak görüyor musun kardeşim? Bu söz, Kur’an’da aldatıcı bir teselli olarak geçiyor. Hatta Allah bu anlayışı şöyle sorguluyor (Bakara 80):

“Onlar, ‘Sayılı birkaç gün dışında bize ateş asla dokunmaz’ dediler. De ki: ‘Allah’tan böyle bir söz mü aldınız? Allah sözünden dönmez. Yoksa Allah’a bilmediğiniz şeyleri mi isnat ediyorsunuz?’”

Bu ne demek biliyor musun? Allah bize böyle bir söz vermemişse, sen bu sözü nasıl uydurursun? Nereden çıkarıyorsun “birkaç gün yanarız, sonra cennete geçeriz” gibi bir ümidi?

Aslında bu anlayış insanın içsel korkusundan kaynaklanıyor. Sonsuz azap fikri ağır geliyor. Ama Allah’ın rahmetini bahane ederek O’nun adaletini göz ardı etmek bize yakışmaz. Çünkü Allah rahmetlidir ama aynı zamanda adildir. Ayetlerde bu çok açık: İnkâr edenler, zulmedenler, uyarılara kulak asmayanlar için cehennem ebedî bir azap yeri olarak tanımlanıyor.

Mesela Bakara Suresi 39. ayet şöyle der:

“Ayetlerimizi inkâr edenler, işte onlar ateş halkıdır; orada ebedî kalacaklardır.

Aynı ifadeyi Nisa 169’da da görürüz:

“Onların gideceği yer cehennemdir. Orada ebedî kalacaklardır. Bu, Allah’a göre çok kolaydır.”

Burada kullanılan Arapça ifade “hâlidîne fîhâ ebedâ”dır. Yani: “Sonsuza dek, ebedi orada kalacaklar.” Bu öyle bir kalış ki çıkış yok. Ne azap hafifletilir, ne de umut verilir. Hiçbir ayette “bir gün çıkarlar” gibi bir ümit yok. Aksine, Allah bu ümidi yalanlıyor.

Kardeşim, Kur’an cehennemi tek düze bir yer gibi anlatmaz. Orası katman katman, derece derecedir. Nisa Suresi 145’te Allah şöyle diyor:

“Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar.

Demek ki herkes aynı şekilde cezalandırılmıyor. Ama ne olursa olsun, bu katmanların her biri için “ebedîlik” ortak. Derece farkı azap şiddetinde olabilir, ama süre değişmez.

Ahzab Suresi 64-65. ayetleri de bir bakalım:

“Allah inkârcılara lanet etmiş ve onlar için alevli bir ateş hazırlamıştır. Orada ebedî kalacaklar; ne bir dost bulabilirler ne de bir yardımcı.”

Bu, geri dönüşsüz bir durumdur. Bir daha çıkamayacaklarını bilen bir insanın hâlini düşünsene… Tüm umutlar bitmiş, azap kesintisiz sürüyor. Ölüm bile bir seçenek değil. Taha 74. ayette şöyle deniyor:

“Kim Rabbine suçlu olarak gelirse, ona cehennem vardır. Orada ne ölür ne de yaşar.

Yani yaşamak acı, ama ölmek de yok. Bir insan daha ne kadar çaresiz kalabilir?

Bu çaresizlik Fussilet Suresi’nde daha da belirginleşir. Cehennemdekiler Allah’a yalvarırlar:

“‘Rabbimiz! Bizi çıkar da başka türlü amel edelim.’ Allah da der ki: ‘Size düşünecek kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı gelmedi mi? Artık tadın azabı!’” (Fussilet 28-29)

Kardeşim, Allah öyle bir sistem kurmuş ki, herkes uyarılmış, herkese zaman tanınmış. Ama buna rağmen insanlar gaflette kalmışsa, artık pişmanlık fayda etmiyor. Çünkü ahiret telafi yeri değil, karşılık alma yeridir.

Mü’min Suresi 11-12’de cehennemlikler yine yalvarıyor:

“‘Günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi bir çıkış yolu var mı?’ Allah diyor ki: ‘Hayır. Çünkü siz Allah’a ortak koşulduğunda inandınız, ama O tek olarak anıldığında inkâr ettiniz.’”

Yani “şimdi inandık” demek geçerli olmuyor. Çünkü bu pişmanlık, sonuçlarla yüzleşince ortaya çıkıyor.

Kur’an’ın tüm bu ifadelerinden sonra hâlâ “bir gün çıkarlar” demek, Allah’a iftira etmektir. Zümer Suresi 15 bunu çok net ortaya koyar:

“Kayıpta olanlar, kıyamet günü hem kendilerini hem de ailelerini ziyana uğratanlardır. Dikkat edin! İşte bu, apaçık bir ziyandır.”

Bak kardeşim, sadece kendisi değil, ailesini de kaybediyor. Cehenneme düşen biri için orası yalnızca fiziksel değil, duygusal bir kıyamet haline geliyor.

Bazıları Allah’ın rahmetiyle kendilerini kandırıyor. Oysa Allah’ın rahmeti, dünyadayken yönelenler içindir. Kur’an’ın mantığı budur: Rahmet önce gelir, ama karşılıksız değildir. Allah kimseye zulmetmez; ama kimseyi zorla da cennete sokmaz.


Sonuç olarak kardeşim, Kur’an cehennemi ebedî bir azap yeri olarak anlatır. Bu konuda hem dilsel ifadeler hem de içerik çok nettir. “Sayılı gün” inancı ise uydurma bir beklentidir. Allah böyle bir söz vermemiştir. Kim böyle bir şeyi savunuyorsa, Kur’an’a değil; kendi arzularına inanıyordur.

Allah’ın dediği olur. O sözünden dönmez. O halde biz de bu apaçık uyarılara kulak verelim. Henüz yaşarken önlem alalım. Çünkü bir gün gelecek, dönüş mümkün olmayacak.

Gerçek olan Allah’ın lütfu, hata ise benim aczimdendir.

 

Aydın Orhon
aydinorhon.com

 

Yükteki Su Kabı: Yusuf’un Hikâyesinden Bugüne Adalet ve Merhamet ? Bir gün ansızın yüklerin arandığını hayal et… Herkesin omzunda, sırtında...