İman Ettim Demek Yetmez: Kur’an’la Teyit Etmedikçe Aslında Etmedin
Kardeşim, Allah’ın bize bildirdiği şehadet
cümlesi Kur’an’da defalarca geçer:
"Lâ ilâhe illallah" — Allah’tan başka ilah yoktur.
Kur’an’da 30’dan fazla yerde bu cümle geçer.
Hatta bazı ayetlerde açıkça şöyle buyrulur:
“Allah, kendisinden başka ilah olmadığına şehadet
etti; melekler ve ilim sahipleri de adaletle şehadet ettiler. O’ndan başka ilah
yoktur. Azizdir, hakimdir.”
(Al-i İmran, 18)
Bak dikkat et, Allah’ın kendisi bu şehadeti
verirken sadece “Allah’tan başka ilah yoktur” diyor. Başka hiçbir isim, başka
hiçbir ekleme yok. Ne bir nebi adı, ne bir veli, ne de başka bir kutsiyet
yüklenen kişi… Sadece ve sadece Allah. Çünkü tevhid budur. Çünkü iman, yalnızca
Allah’a teslimiyettir.
Peki biz ne yapıyoruz? Allah’ın bize öğrettiği bu
saf şehadetin yanına, Allah’ın eklemediği bir ismi ekleyerek kendi din
anlayışımızı şekillendiriyoruz. Ne diyoruz? “ Lâ ilâhe illallah ve Muhammeden
resûlullah.”
Peki Allah bize bu şekilde mi öğretti? Hayır.
Kur’an boyunca hiçbir ayette bu iki cümlenin bu
biçimde arka arkaya ve şehadet kalıbında geçtiğini göremeyiz. Elbette
Muhammed Allah’ın elçisidir, bunda şüphe yok. Ama mesele onun elçi olup
olmadığı değil; mesele Allah’ın öğrettiği sınırları geçip geçmediğimizdir.
Bak kardeşim, Allah bize çok net bir emir
veriyor:
“Allah’ın elçileri arasında ayrım yapmayın.”
(Bakara, 285)
“Biz, Allah’ın elçileri arasında ayrım yapmayız.”
(Al-i İmran, 84)
Şimdi soruyorum sana: Sadece Muhammed’in adını
iman cümlesine dahil etmek, diğer elçileri dışarıda bırakmak değil midir? Eğer
Allah’ın öğrettiği iman cümlesine sadece Muhammed’i ekliyorsak, Nuh’a, Musa’ya,
İsa’ya, İbrahim’e elçiliklerini neden şehadette belirtmiyoruz? Bu, Kur’an’daki
"ayrım yapmayın" ilkesine ters düşmez mi?
Bak, yine Kur’an’dan bir örnek verelim:
“Onlar yalnızca ‘Rabbimiz Allah’tır’ dediler ve
sonra dosdoğru oldular...”
(Fussilet, 30)
İmanları sadece bu kadar: “Rabbimiz
Allah’tır.”
Ve Allah onlara müjde veriyor. Ne Muhammed’in ismi geçiyor burada, ne başka bir
elçi. Demek ki iman etmek için Allah’ı tek ilah olarak kabul etmek yeterlidir.
Elçiyi ise iman ettiğimiz kaynağın getirilme aracı olarak tanırız. Muhammed’e
iman etmek, onun Allah’tan başka hiçbir şey söylemediğini kabul etmektir. Onun
getirdiği kitap Kur’an’dır ve bu kitapta Allah’ın öğrettiği şehadet cümlesi
ortadadır.
“Siz sadece şunu söyleyin: ‘Biz Allah’a, bize
indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene,
Musa’ya ve İsa’ya verilene ve tüm nebilere Rablerinden verilene iman ettik.
Onlar arasında ayrım yapmayız ve biz Allah’a teslim olanlarız.’”
(Bakara, 136)
Görüyor musun kardeşim? İman cümlesi Kur’an’da bu
şekilde verilmiş. Her nebiye iman, ama ayrım yapmadan. Ne sadece birini öne
çıkarma var, ne de kendiliğinden cümle üretme…
İşte bu yüzden ben Allah’ın öğretmediği bir
şehadet kalıbını ağzıma almaktan çekinirim. Çünkü Allah sınır çizmiş. “Benim
indirdiğime uyun” demiş.
Ben kimim ki, bu sınırın ötesine bir isim daha yazayım?
Kaldı ki, elçiye iman etmek, onun
Allah’tan getirdiği mesaja uymaktır. Elçiliğini kabul ettiğim biri hakkında en
doğru bilgi nerede olur? Elçinin kendisinin “Bana bu indirildi” diyerek sunduğu
kitapta: yani Kur’an’da. O zaman hem “Muhammed Allah’ın elçisidir” deyip hem de
onun tek rehberi olan Kur’an’ın dışına çıkmak nasıl olur? Bu çelişkiyi görmüyor
muyuz?
Şehadet, Allah’a söz vermektir. Onu tek ilah
olarak kabul ettiğini açıkça beyan etmektir. Eğer bu cümleye Allah’tan
başkasını karıştırırsan, o artık tevhid değil, şirk kokan bir karışıma dönüşür.
O yüzden dikkatli olmalıyız. Allah’ın saf, katıksız tevhid dinini; mezhep,
gelenek veya duygusal bağlılıkla gölgelememeliyiz.
Kardeşim, son söz şu olsun:
Allah’ın kitabında nasıl geçiyorsa, biz de öyle inanmalı, öyle konuşmalıyız.
O bize “Lâ ilâhe illallah” dediyse, biz de öyle diyelim. Elçileri
onurlandıralım ama Allah’ın sınırlarını aşmayalım. Çünkü iman, Allah’ın
öğrettiğine teslim olmaktır; halkın ürettiğine değil.
Peki kardeşim, devam edelim... Konumuz önemli bir
noktaya geldi: Elçiyi sevmek.
Ama şunu netleştirelim: Sevmek başka şeydir, onu Allah’a ortak koşarcasına
yüceltmek bambaşka bir şey. Kur’an bize bu ayrımı öğretir. Allah’ın elçisini
nasıl seveceğimizi de yine Kur’an belirler. Duyguya göre değil, ölçüye göre.
Çünkü ne yazık ki günümüzde “elçiyi seviyoruz”
bahanesiyle, onun hiç demediği sözleri dine sokanlar var. Kur’an’da geçmeyen
ibadetleri, uydurulmuş hadisleri onun ağzından söylenmiş gibi anlatanlar var.
Hatta bazısı Allah’tan çok onun ismini anıyor. Bu sevgi değil kardeşim, bu
şirke kaymaktır.
Şimdi Allah ne demiş, bir görelim:
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki,
Allah da sizi sevsin...”
(Al-i İmran, 31)
Bak bu ayet, elçiyi sevmenin değil, elçiye
uymanın ölçüsünü veriyor. Elçiye uyarsan Allah seni sever. Elçiye uymak demek, uydurulan
şeylere değil, onun uyduğu şeye uymaktır. Peki elçi neye uyuyordu? Hemen
cevap verelim:
“Ben sadece bana vahyedilene uyarım.”
(En’am, 50 – Ahkaf, 9 – Yunus, 15 – A’raf, 203 gibi birçok ayette geçer)
Yani elçi Kur’an’dan başka bir şeye uymuyordu.
Demek ki onu sevmek demek, onun uyduğu vahye uymak demek. Yoksa sabahlara kadar
salavat getirmekle değil. Onun adına uydurulmuş masalları kutsamakla değil.
Hele ki Kur’an’a ters düşen şeyleri savunmakla hiç değil.
Mesela birileri diyor ki: “Elçinin sünneti
Kur’an’dan önce gelir.”
Kardeşim bu nasıl bir sözdür? Allah’ın sözü varken, bir kulun sözü nasıl önce
gelir? Hangi elçi Allah’ın önüne geçebilir?
Allah çok açık söylüyor:
“Artık Allah’a ve onun elçisine iman edin. O size
kitabı indirendir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
(Hadid, 7)
Bak burada bile sıralama nettir: Allah → Elçi →
Kitap.
Ama bu kitap Kur’an’dır, başka bir kaynak değil. Elçi bu kitabı getiren
kişidir, eklemeler yapan değil. Sevgimiz eğer Allah’ın belirlediği sınırı
aşıyorsa, o zaman sevgi değil, taassup olur.
Bir de şu ayeti hatırlayalım:
“O kendi arzusuna göre konuşmaz. O, ancak
kendisine vahyedilenden başka bir şey değildir.”
(Necm, 3-4)
Yani elçinin her sözü vahiy değil, sadece
vahyedilen kısım dindir. Geri kalan insani yönüdür, o da hata yapabilir.
Nitekim Kur’an’da birkaç yerde uyarıldığı olaylar var (Abese Suresi, Tevbe 43,
Enfal 67 gibi). Bu da gösteriyor ki elçiyi kutsallaştırmak doğru değildir.
Elçiyi seveceğiz. Elbette. Ama onun Allah’a
gösterdiği teslimiyeti örnek alarak seveceğiz. Onun vahye bağlılığını, onun
doğruluğunu, onun sabrını, onun tevazusunu örnek alacağız.
Ama onun adını Allah’ın adının yanına yazıp yeni bir şehadet oluşturursak, onun
en çok değer verdiği şeyi –tevhidi– zedelemiş oluruz.
Kardeşim, sonuç şu:
* Elçiyi
seviyorsan Kur’an’a uy.
* Elçiyi seviyorsan onun gibi
sadece Allah’a kul ol.
* Elçiyi seviyorsan onun hiç
demediği sözleri ona isnat etme.
* Elçiyi seviyorsan onun ölçüsünü
ölçü olarak kabul et: Sadece vahiy.
Böyle bir sevgi elçiyi Allah’ın razı olduğu bir
şekilde yüceltir. Ama ölçüsüz sevgi, Allah’ın hoşnut olmadığı bir yere
sürükler.
Bu yüzden elçiyi Allah’ın tanıttığı kadar tanıyalım, Kur’an’ın çizdiği ölçüyle
sevelim. İşte o zaman hem elçiye vefalı oluruz, hem Allah’a sadık.
Şimdi buradan, “sünnet” kavramı nasıl yanlış
anlaşıldı, oraya da geçebiliriz.
Pekâlâ kardeşim, şimdi konunun en tartışmalı ama
aynı zamanda en hayati noktalarından birine gelelim: Sünnet meselesi.
Çünkü bugünkü İslam anlayışının büyük kısmı bu kelime etrafında dönüyor. Ama ne
yazık ki Kur’an’ın anlattığı “sünnet” ile halkın dilinde dolaşan “sünnet”
apayrı şeyler.
İstersen önce sade bir soru soralım:
Kur’an’da “sünnet” kelimesi geçiyor mu? Evet, geçiyor.
Peki kimin sünnetinden bahsediliyor? Muhammed’in mi?
Hayır kardeşim, sadece ve sadece Allah’ın sünneti.
Birkaç ayete birlikte bakalım:
“Allah’ın daha önce gelip geçmişler hakkındaki
sünneti budur. Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.”
(Ahzab, 62)
“Daha öncekilerle ilgili Allah’ın sünneti budur.
Allah’ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın.”
(Fetih, 23)
Görüyor musun kardeşim? Kur’an’da geçen sünnet
hep Allah’ın sünnetidir. Yani O’nun evrensel yasalarıdır. Değişmeyen
ilkeleridir. Bu sünnet; zulmeden kavimlerin helak edilmesidir, iman edenlerin
sonunda kurtulmasıdır, hak ile batılın çatışmasıdır. Ama hiçbir ayette
“Muhammed’in sünneti” diye bir kavram geçmez.
Peki, bugün insanlar sünnet deyince ne anlıyor?
Yemek yerken sağ elle yemek, tuvalete sol ayakla girmek, sakal bırakmak, misvak
kullanmak… Bunlar elçinin Kur’an’dan bağımsız kişisel alışkanlıkları olabilir.
Ama dinin kaynağı olabilir mi? Elbette ki hayır. Çünkü Allah, kitabında çok net
söylüyor:
“Bu kitap size her şeyi açıklamak için
indirildi.”
(Nahl, 89)
Her şey varsa, başka bir sünnete ihtiyaç kalır
mı?
Allah bir şeyi açıklamışsa, elçiye düşen görev sadece onu tebliğ etmektir.
Nitekim ayet çok net:
“Sana düşen sadece tebliğ etmektir.”
(Ra’d, 40 – Maide, 92 – Ali İmran, 20)
Eğer Muhammed’in Kur’an dışı söz ve davranışları
da dinin kaynağı olsaydı, Allah mutlaka şöyle derdi: “Size Kur’an’ı ve
Muhammed’in hadislerini gönderdik.” Ama böyle bir ifade Kur’an’da yok. Çünkü
Kur’an tamamdır. Çünkü Allah şöyle buyurmuştur:
“Bugün sizin için dininizi tamamladım...”
(Maide, 3)
Tamamlanmış bir dine sonradan “sünnettir,
hadistir” diye bir şey eklemek ne demek olur kardeşim? Allah’ın tamam dediğine
eksik demek olur. Bu da Allah’a karşı çok büyük bir saygısızlıktır.
Kur’an elçiye ne diyor?:
“De ki: Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben,
apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim.”
(Ahkaf, 9)
Demek ki elçinin uydurduğu bir sünnet yok. O
sadece vahyi yaşayan, öğreten, aktaran biridir. Onun sünneti diye bir şey
varsa, o da Kur’an’a uymaktır. Çünkü onun hayatı zaten Kur’an’dı:
“O, size Allah’ın ayetlerini okuyor, sizi
arındırıyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor.”
(Bakara, 151)
Buradaki “hikmet” de Kur’an’ın kendisidir, bu da
başka bir tartışma konusu dilerseniz “aydinorhon.com” web sitesinden “Hikmet
Nedir” diye aradığınızda inceleme fırsatınız olacaktır.
Kardeşim, şimdi durup düşünelim:
Eğer biz dinimizi Allah’ın kitabından öğrenmiyorsak, neye güveniyoruz?
Kur’an’ın hiçbir yerinde olmayan, ama “sünnet” adıyla öğretilen kurallara
uymak, Allah’tan gelmeyen bir dine uymak değil midir?
Unutma, Kur’an’ın dışına çıkınca tevhid bozulur.
Kur’an’a ekleme yapınca din karışır.
Kur’an’ı yeterli görmeyince, aslında Allah’ı yetersiz görmüş oluruz.
O yüzden dinimize çok hassasiyetle yaklaşalım kardeşim.
Allah’ın öğretmediği şehadet cümlesine ek yapmaktan nasıl çekiniyorsan, aynı
şekilde Allah’ın öğretmediği “sünnet dinine” uymaktan da kaçınmalısın.
Gerçek sünnet, Allah’ın sünnetidir.
Gerçek uymamız gereken ölçü, Kur’an’dır.
Gerçek sevgi, elçinin sadakatini örnek alıp, sadece Allah’a kul olmaktır.
Elbette kardeşim, şimdi geldik işin temel
taşlarından birine: Hadislerin dine kaynak olup olamayacağı meselesine.
Bu konu genelde insanların en çok çekindiği, ama bir o kadar da net olması
gereken bir meseledir. Çünkü burada mesele sadece “hadis doğru mu değil mi?”
değil. Asıl mesele şu: Din yalnızca Allah’ın indirdiğiyle mi yaşanır, yoksa
insanlar mı ekleyebilir?
Haydi gel, yine Kur’an merkezli, sohbet havasında
konuşalım.
Kardeşim, önce en temel soruyu soralım:
Kur’an’da Allah, bizden neye inanmamızı istiyor?
Cevap çok açık:
“Allah’a, meleklerine, kitaplarına, elçilerine ve
ahiret gününe iman edin.”
(Bakara, 285)
Bak burada ne var? Kitap var. Ama tek bir
kitap: Kur’an.
Hadis var mı bu listede? Yok.
Peki Allah’ın tamamladığını söylediği dinin içinde hadis kaynakları geçiyor mu?
Hayır. Allah, “Bugün sizin için dininizi tamamladım” (Maide, 3) dediği noktada,
ortada ne Buhari var, ne Müslim, ne Tirmizi... Bunlar daha yüzyıllar sonra
yazılmış şeyler.
Bir düşün kardeşim:
Allah bir din gönderiyor. Kitabını indiriyor.
Ama o kitabın %90’ı anlaşılmazmış gibi anlatılıyor.
Sonra yüz yıl, iki yüz yıl bekleniyor ve deniyor ki:
“Asıl din bu kitapla değil, bu kitabın açıklaması olan hadislerle anlaşılır.”
Bu söz kime güvenmemiz gerektiğini sorgulatmıyor
mu?
Kur’an’ı indiren Allah’a mı güveneceğiz, yoksa “ben duydum ki, şöyle söylemiş”
diyen kişilere mi?
Kur’an’ın içinde hadis kelimesi geçer mi? Geçer.
Ama nasıl biliyor musun?
“Hadis” kelimesi Kur’an’da "söz", "söylem",
"anlatı" anlamında geçer. Ve her seferinde Allah’tan gelenin
dışında kalan hadislerden bizi uzak durmamız için uyarır.
İşte birkaç ayet:
“Bu sözden (Kur’an’dan) sonra hangi hadise
inanacaklar?”
(A'raf, 185)
“Artık bu Kur’an’dan sonra hangi söze/hadise
inanıyorlar?”
(Mürselat, 50)
“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet...
Onların heveslerine uyma. Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni
saptırmalarından sakın!”
(Maide, 49)
Bu ayetler ne diyor kardeşim?
“Allah’ın sözü yeterlidir, başka sözlerin peşine düşmeyin.”
Eğer biz, “ama şu hadis olmadan şu ayeti anlayamayız” dersek, bu ne anlama
gelir biliyor musun? “Allah açık anlatamamış, açıklamayı başkası yapmış” demek
olur. Hâşâ!
Kur’an’ı yetersiz görmek, Allah’ı eksik görmekle eşdeğerdir. Bu da apaçık bir
sapmadır.
Elçiye ne görev verilmişti? Sadece ve sadece
vahyi tebliğ etmek.
Bak Kur’an ne diyor:
“Elçiye düşen yalnızca tebliğ etmektir.”
(Maide, 99)
“Ben sadece bana vahyedilene uyarım.”
(En’am, 50)
O halde Muhammed, Kur’an dışı bir şey öğretmedi.
Kur’an’ın dışında din adına ne varsa, Allah’tan gelmedi. Kur’an, dinin tek
kaynağıdır. Ve elçi de sadece bu kitabı getirmiştir. Onun dışında ona atfedilen
sözler, insanlar tarafından duyulmuş, yazıya geçirilmiş ve içinde doğrularla
birlikte nice çarpıtmalar barındıran anlatılardır.
Nitekim Kur’an’da şöyle bir uyarı da vardır:
“Onların sözlerinin çoğunda bir hayır yoktur.”
(Nisa, 114)
“Zan, haktan hiçbir şey kazandırmaz.”
(Yunus, 36)
Eğer hadis kitaplarında geçen bir söz Allah’tan
değilse ve biz ona “din” diyorsak, Allah’ın yetkisine ortak koşmuş oluruz.
Çünkü Allah, sadece kendi sözünün din olduğunu bildiriyor. Kur’an’ın dışında
“şu da dindir” diyen herkes, Allah’a karşı iftira uydurmuş olur.
Kardeşim, işin özeti şudur:
* Hadis kitapları Allah’ın
indirdiği kitaplar değildir.
* İçlerinde doğrular olsa bile,
Allah’ın ayırmadığı şekilde “bu dindir” diye sunulamaz.
* Kur’an dışındaki hiçbir söz
Allah adına konuşamaz.
* Elçi bile sadece Kur’an’la
hükmetmiş, başka kaynak üretmemiştir.
Eğer biz Allah’ın “sadece bana ait olan hükümler”
dediği konuda başka insanların sözlerine dayanırsak, dine kendi elimizle şirk
bulaştırmış oluruz.
Hadisleri dinde ölçü olarak görmeyelim. İslam’ı
seviyorsak, Allah’a güvenelim.
Elçiyi seviyorsa, onun sadakatini örnek alalım:
Sadece vahye uymak.
Şimdi sıkça duyduğumuz şu söze gelelim:
“Kur’an her şeyi açıklamaz, ayrıntılar sünnet ve hadisle tamamlanır.”
Bu cümle sana da tanıdık geliyor değil mi? Belki bir cami çıkışında, belki bir
vaazda ya da sosyal medyada… Ama durup düşünelim: Bu gerçekten Allah’ın
söylediği bir şey mi, yoksa insanlar mı uydurdu?
Kur’an, Allah’ın gönderdiği bir kitap. Hem de son
kitap.
Ve Allah onu nasıl tanımlıyor biliyor musun?
“Kitabın ayetleri sağlam kılınmış, sonra da
ayrıntılı olarak açıklanmıştır; hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan Allah
tarafından.”
(Hud, 1)
Açıkça söylüyor: “Ayrıntılı olarak
açıklanmıştır.”
Yani Kur’an eksik değil. Özet de değil. Sadece ana hatları veren bir taslak
değil. Aksine, Allah’ın her konuyu açıklamak üzere detaylandırdığı bir kitap.
Bir ayet daha verelim:
“Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”
(En’am, 38)
Burada “hiçbir şey” diyor kardeşim. “Bazı şeyler”
demiyor. “Sadece inanç esasları” demiyor. Dinle ilgili ne varsa, bu kitapta
var. Çünkü Allah dinini tamamladığını söylüyor:
“Bugün sizin için dininizi tamamladım, üzerinize
nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.”
(Maide, 3)
Şimdi düşünelim kardeşim: Allah bir dini
tamamladım diyor. Ama sonra bazı insanlar çıkıp diyor ki, “namazı Kur’an’dan
öğrenemezsin”, “oruç ayetleri yetersiz”, “evlenme, boşanma, miras gibi hükümler
detaylı değil”…
Bu Allah’ın “tamamladım” sözünü geçersiz kılmaz mı?
Oysa Allah ne söylüyorsa doğrudur. O zaman eksik olan din değil, insanların
Kur’an’ı okuyup anlamaya olan isteksizliğidir.
Bir de Kur’an’ın kendi kendini nasıl tanıttığına
bakalım:
🔹 “Bu,
ayetleri Arapça bir Kur’an olarak açıklanmış bir kitaptır.”
(Fussilet, 3)
🔹 “Açıklayıcı
bir kitaptır.”
(Yusuf, 1)
🔹 “Kur’an’da
insanlar için her türden örnek verdik.”
(Zümer, 27)
🔹 “Öğüt
alsınlar diye biz bu Kur’an’da türlü türlü açıklamalarda bulunduk.”
(İsra, 41)
🔹 “Bu
Kur’an, kendisiyle uyarılsınlar diye açıklanmış bir sözdür.”
(Ahkaf, 12)
Bu kadar açık ifadeler varken, hâlâ “Kur’an
açıklayıcı değildir” diyen biri Allah’a ne demiş olur farkında mısın?
“Hâşâ, senin açıklamaların yetersiz.”
Bu, açıkça Allah’ı eksik tanımaktır.
Bu da doğrudan şirk kokar. Çünkü açıklama yetkisini Allah’tan alıp kullara
verir.
Kur’an’da bir de şu çok önemli ilke var kardeşim:
“Hüküm yalnızca Allah’a aittir.”
(Yusuf, 40)
Peki insanlar ne yaptı? Bu yetkiyi Allah’tan
alıp, hadisçilerle, imamlarla, mezhep kurucularıyla paylaştı. Hatta onların
sözlerini Allah’ın sözünün önüne koydu. “Kur’an’da yok ama filan hadis var”
deyip, Allah’ın hükmü yerine beşerin sözüne uyanlar çıktı.
Peki bu, Allah’a iman mı, yoksa insanlara iman mı?
İşte bu yüzden Allah bizleri uyarıyor:
“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet...”
(Maide, 49)
Yani Allah indirdiğiyle hükmetmemizi emrediyor,
ama biz kalkıp, Allah’ın indirmediğiyle hükmediyoruz.
Ne acı değil mi?
Kardeşim, şimdi soralım:
🔸 Namaz
Kur’an’da var mı? → Evet.
🔸 Oruç? →
Detaylarıyla var.
🔸 Zekât? →
Şartlarıyla açıklanmış.
🔸 Evlenme,
boşanma, miras, ticaret, savaş, barış, adalet, ahlak? → Hepsi Kur’an’da.
O zaman biz hâlâ neden “Kur’an yetmez” diyoruz?
Cevap net: Çünkü insanlar Kur’an’ı okumuyor. Çünkü halkın çoğu dinini Allah’tan
değil, hocalardan, mezheplerden, gelenekten öğrenmiş.
Ama Allah bize şöyle diyor:
“Kur’an’dan sorumlusunuz.”
(Zuhruf, 44)
Yani Allah, “hadislerden, mezheplerden” değil,
sadece Kur’an’dan hesaba çekecek.
Senin önüne kıyamet günü Buhari ya da İmam Gazali değil, Kur’an konacak.
Sonuç net kardeşim:
* Kur’an
eksiksizdir.
* Kur’an detaylıdır.
* Kur’an açıklayıcıdır.
* Kur’an’dan başka dine kaynak
yoktur.
* Başka kaynak aramak, Allah’a
güvenmemektir.
* Hadisler Kur’an’ı açıklamaz;
Kur’an her şeyin açıklamasıdır.
Şimdi sor kendine:
Allah’ın tamam dediği bir dine “eksik” deme cüretini gösterenlere mi
uyacaksın, yoksa Allah’a mı teslim olacaksın?
İman, Duyulanla Değil, Kur’an’la Teyit Edilerek Olur
Kardeşim, bir şey duyduğunda ne yaparsın? Hemen inanır mısın? Yoksa “Bu
doğru mu?” diye içinden geçirir, araştırmaya mı başlarsın? Hele de konu
Allah’ın diniyse, kulaktan dolma bilgiye güvenilir mi? Elbette güvenilmez.
Çünkü Kur’an bize defalarca, “Zan, hakikatin yerini tutmaz” der. O halde mesele
çok açık: Eğer duyduğumuzu Kur’an’la teyit etmeden inanıyorsak, Kur’an’a değil,
kula, geleneğe, masala inanıyoruz demektir. Bu da iman değil, kör taklittir.
Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor:
“Onlar, bir söz işittiklerinde onun en güzeline uyarlar. İşte
onlar, Allah’ın doğru yola eriştirdiği kimselerdir.” (Zümer
39:18)
Bu ayet, kulağımıza gelen her bilgiye değil, yalnızca en doğrusuna, en
güzeline uymamız gerektiğini söylüyor. Peki bu “en güzel söz” neye göre
belirlenir? Elbette Kur’an’a göre. Kur’an’dan onay almamış hiçbir söz, ne kadar
süslü olursa olsun, doğru değildir. Hatta Allah, sözlerin arasından “en güzel
olanı” seçmemizi bile yeterli bulmaz; bu seçimi, Allah’ın gösterdiği yola göre
yapmamız gerektiğini de belirtir. Çünkü en güzel görünen söz, her zaman en
doğru olmayabilir. Ölçü, Allah’ın vahyidir.
Bak kardeşim, Allah bize işitme, görme, akıl gibi nimetler vermiş. Ama
bunlarla birlikte bir sorumluluk da yüklemiş:
“Doğrusu işitme, görme ve gönül; bunların hepsi ondan
sorumludur.” (İsra 17:36)
Hemen bu ayetin başına bakalım:
“Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme.”
(İsra 17:36)
Yani ne işitmiş olursan ol, eğer bilgiye —gerçek ve sağlam bilgiye—
dayanmıyorsa, peşine düşmeyeceksin. Peki gerçek bilgi nerede var? Elbette
Allah’ın kitabında. Kur’an’ın süzgecinden geçmemiş hiçbir bilgi, bizim için
kesin ve bağlayıcı değildir. Bir insan “Ben bunu duydum” deyince, o söz vahiy
olmaz. Olsa olsa zan olur, yorum olur. Din ise zanla değil, bilgiyle yaşanır.
İşte burada kritik bir mesele var: Şehadet.
Yani bir insanın “Ben bu dine inanıyorum” deme biçimi. Allah bu konuda ne
diyor, gel birlikte bakalım. Kur’an’da, şehadet ifadesi olan “la ilahe
illallah” yani “Allah’tan başka ilah yoktur” ifadesi tam 30’dan
fazla yerde geçiyor. Hem de net ve açık şekilde.
Bak mesela:
“Allah, kendisinden başka ilah olmadığına şehadet eder. Melekler
ve ilim sahipleri de (buna) adaletle (şahitlik ederler).” (Ali
İmran 3:18)
Kardeşim, Allah’ın bizzat kendisinin şehadet ettiği cümle bu: “Allah’tan
başka ilah yoktur.” Ne bir ek var, ne bir çıkarma. Bu şehadeti
Allah böyle bildirmişken, biz bu ifadeye kendi kafamızdan bir ekleme yapabilir
miyiz?
Diyoruz ki: “Evet ama Muhammed de Allah’ın resulüdür.” Evet doğrudur, Kur’an
da bunu söylüyor. Ama mesele bu değil. Mesele şu: Allah
şehadet cümlesini bu şekilde öğretmişken, biz neden kendimiz bir takı
ekliyoruz? Bu, Allah’ın öğrettiğinden daha mı fazlasını
biliyoruz anlamına gelmez mi?
Üstelik Kur’an bizi uyarıyor:
“Elçileri arasında ayrım yapmayın.” (Bakara
2:285)
Bu ne demek? Elçilerin görev ve konum bakımından eşit olduğunu kabul etmemiz
gerekiyor. Yani birini diğerinin önüne geçirmek, birini özel kılmak, bu uyarıyı
ihlal etmek olur. Biz “Muhammed Allah’ın resulüdür” dediğimizde elbette doğruyu
söylüyoruz. Ama bu ifadeyi Allah’ın öğretmediği bir bağlama, şehadet cümlesine
kendiliğimizden eklersek, bu bir ayrım olur. Hem de Allah’ın koymadığı bir
ayrım…
Kardeşim, işte bu yüzden korkarım. Allah’ın öğretmediği bir şehadet biçimini
söylemekten çekinirim. Çünkü bu dinde ölçü “Benim içimden böyle geliyor” değil;
“Allah ne buyurdu?” sorusudur.
Bir kez daha hatırlatayım:
“Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşme.”
(İsra 17:36)
“Zan, gerçekten hiçbir şeyin yerini tutmaz.”
(Yunus 10:36)
O zaman ne yapacağız? Duyduklarımızı Kur’an’a arz edeceğiz. Uygunsa kabul
edeceğiz, değilse terk edeceğiz. Kardeşim, işte Kur’an’a iman böyle olur. Yoksa
duyduğuna göre hareket eden, Kur’an’a değil, kendi kültürüne inanıyor demektir.
Gerçek olan Allah’ın lütfu, hata ise benim aczimdendir.
Aydın Orhon
aydinorhon.com