Kur’an’a Göre Salat Nedir?

Kur’an’a Göre Salat Nedir?

Kur’an’a göre salat nedir? Yaslanmak, destek olmak, desteklemek… Salat cümlede tek başına gelmişse “namaz” çevirisi yapılmamalıdır. Bunlar “kulluk yapmak”, “ibadet etmek”, “birinden yana olmak” anlamında değerlendirilmelidir. Salli, yusalli, musalli gibi kelimeler Kur’an’da çokça geçer. Bu kelimeler müstakil, tek başına kullanılmışlarsa onlara özel olarak “namaz” anlamı verilmemelidir. Kulluk yapmanın içinde namaz da vardır; ancak Kur’anî perspektiften baktığımızda, bu kelimeleri Kur’an’ın anlattığı bağlamda anlamalıyız. Salat kavramı ekame, yukîmû, ekım gibi fiillerle birlikte kullanılmıyorsa genellikle “dua” ve “ibadet” anlamı taşır. Ekâmes-salâh, ekîmîs-salâh, yukîmûnes-salâh, yuqîmînes-salâh, ikâmus-salâh, ikamtelihus-salâh gibi ifadelerin karşılığı ise doğrudan “namaz”dır. Bu ifadeler, formu belli olan bir ibadeti bize öğretir. Yani namazın “ikame edilmesi” ifadesiyle karşı karşıyayız.
(Yukarıdaki tanım Mehmet Okuyan’ın bir videosundan alınmıştır.)

Allah’tan yana olmak kaydıyla, Allah’ın rızasını kazanmak adına, O’na daha yakın olabilme düşüncesiyle ortaya konulmuş her bir tevhid eylemi salattır. Salat kavramı sözlü veya fiziksel bir tevhid eylemidir. Salat, Allah’tan yana olmaktır. İnsan iki şeyden birisine yaslanır: ya Allah’a yaslanarak cennete gider, ya da şeytana yaslanarak cehenneme gider.

Arkadaşlar, bugün Kur’an’da geçen “salat” kavramı üzerine birlikte biraz derin düşünelim. Çünkü bu kavram, öylesine geçiştirilecek, sadece dua ya da birkaç bedensel hareketle sınırlanacak bir konu değil. Tarihsel süreçte farklı yaklaşımlar olmuş. Kimi “salat”ı sadece dua, yardım ya da sosyal destek olarak yorumlamış; kimileri de tamamen fiziksel bir ibadetle sınırlandırmış. Ama Kur’an’a bütüncül olarak baktığımızda görüyoruz ki, “salat” hem zihinsel ve ruhsal bir yöneliş hem de fiziksel olarak icra edilen bir ibadettir. Yani tek katmanlı değil, çok katmanlı bir yapıdan söz ediyoruz. Bu ibadet, insanın Rabbine yönelmesini, onunla bilinçli ve düzenli bir bağ kurmasını temsil eder.

Salatın anlamını açıkladıktan sonra, dua namaza yakın bir ibadet olduğu için, salatın ikinci anlamı “dua”ymış gibi anlatmaya devam edeceğiz. Böylece kavram karmaşası oluşmadan konuyu daha sağlıklı bir şekilde anlayabileceğimizi düşünüyoruz.

Kur’an’da Allah’ın “unutkan olmadığını” (Meryem 64), “Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadığını” (En’am 38), “insanlara her türlü örneği verdiğini” (İsra 89) ve “dini kemale erdirdiğini” (Maide 3) hatırlarsak, salat gibi temel bir ibadetin de Kur’an’da eksiksiz yer aldığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.

Salatla ilgili kullanılan fiil formlarına baktığımızda karşımıza önemli bir nokta çıkıyor: Bu fiiller, sadece dua ya da soyut bir yardım anlamına gelmiyor. Aynı zamanda fiziksel olarak yerine getirilen, belli vakitlere ve şartlara bağlı olan bir ibadeti işaret ediyor. Özellikle de “ekame” fiili önemli. Bu fiil, “salatı yapmak” değil, onu “ikame etmek” yani layıkıyla, düzenli ve bilinçli biçimde yerine getirmek anlamına geliyor. “Salatı ikame edenler” ifadesi de tam bu anlama geliyor: Sadece yapan değil, hakkını vererek yaşayan kimseler.

İşte bu temel fark, bizi yüzeysel bir okumanın ötesine taşır. Kur’an’da salat, bir eylemin adıdır. Ama bu eylem, sadece fiziksel ritüellere indirgenmemiştir. Kur’an’ın anlatımıyla salat; bilinçle yerine getirilen, anlamı özümseyen ve bireyin hem ruhunu hem hayatını şekillendiren kapsamlı bir ibadettir. Tek başına dua değildir, ama duasız da değildir. Sadece bedenle yapılan bir hareketler bütünü değildir, ama bedeni de dışlamaz. Yani salat, ruh-beden bütünlüğü içinde yaşanması gereken bir yöneliştir.

Kur’an’ın birçok yerinde salatın belirli vakitlerde yerine getirilmesi gerektiği de çok açık. Hud 114, Taha 130, Nur 58, Bakara 238, Rum 17-18, Kaf 39 ve İsra 78 gibi ayetler bize günün farklı vakitlerinde Allah’ı anmamız ve salatı yerine getirmemiz gerektiğini söylüyor. Mesela İsra 78’de şöyle buyruluyor: “Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar namazı kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı şahitlidir.” Bu sadece vakti değil, vakte bağlı bir uygulamayı da tarif ediyor. Yani salat, sadece içsel bir bilinç hali değil; aynı zamanda davranışla ortaya konan bir yöneliş.

Bazı çevreler salatın sadece dua olduğunu savunuyor ama bu düşüncenin görmezden geldiği çok önemli bir detay var: Kur’an, salat için fiziksel hazırlıkları da zorunlu kılmış. Maide 6 ve Nisa 43 ayetlerinde abdestten bahsediliyor. Hatta su bulunmadığında teyemmüm yapılabileceği belirtiliyor. Bunlar, sadece zihinsel bir yöneliş olan dua için değil, fiziksel bir ibadet için gerekli hazırlıklar. Ayrıca aynı ayetlerde, cünüp olanların gusletmeden salata yaklaşmaması gerektiği de söyleniyor. Bu da demek oluyor ki salat sadece zihinle değil, bedenle de yapılan bir ibadet.

Nisa 101-103. ayetler de çok dikkat çekici. Savaş gibi olağanüstü durumlarda bile salatın nasıl eda edileceği detaylı şekilde anlatılıyor. Ayakta, oturarak veya yan üstü kılınabileceği; hatta savaş sırasında bir grubun diğerine nöbetleşe eşlik etmesi gerektiği belirtiliyor. Bu detaylar, salatın soyut bir kavram değil; uygulanan, şekli olan bir ibadet olduğunu net şekilde gösteriyor. Nitekim 103. ayet açıkça şöyle diyor: “Çünkü salat, müminler üzerine vakitleri belirlenmiş bir farzdır.”

Kur’an’da salatın şekliyle ilgili ipuçları da var. Rükû, secde, kıyam gibi hareketler salat bağlamında birçok ayette geçiyor. Hac 26, Bakara 125, Al-i İmran 43 gibi ayetlerde salat edenlerin Allah’ın huzurunda saygı ile durduğu, rükû ve secde ettiği belirtiliyor. İsra 110. ayette ise namazda sesin çok fazla yükseltilmemesi ya da tamamen kısılmaması gerektiği belirtiliyor. Bu detay, salatın içsel yönünün yanı sıra dışa yansıyan, sesli bir uygulama yönü olduğunu da ortaya koyuyor.

Fatiha Suresi’ne ayrı bir parantez açmak gerek. Hicr 87’de, “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve büyük Kur’an’ı verdik” deniyor. Bu, Fatiha’nın salatta okunacak temel dua olduğunu gösteriyor. Ankebut 45’te de “Sana vahyedileni oku” buyruluyor. Yani salat esnasında Kur’an’dan kıraat yapılması gerektiği vurgulanıyor. Demek ki salat, sadece zikirle değil, Kur’an okumasıyla bütünleşen bir ibadet. Ve Kur’an’a göre bu ibadet, yalnızca Allah’a yönelmek için yapılır. En’am 162’de şöyle deniyor: “Benim salatım, ibadetim, hayatım ve ölümüm yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.”

Kur’an’a göre salat, yalnızca bu döneme ait bir ibadet değil. Önceki nebîlere de aynı ibadet emredilmiş. Meryem 31’de İsa şöyle der: “Rabbim bana namazı ve zekâtı emretti.” Meryem 58’de geçmiş nebîlerin Allah’ın ayetleri karşısında secdeye kapandığı belirtilir. İbrahim 40’ta ise, İbrahim’in Rabbine şöyle dua ettiği geçer: “Beni ve soyumdan gelenleri salatı ikame edenlerden eyle.” Bu ayetler, salatın tarihsel olarak da köklü bir ibadet olduğunu, sadece İslam’a özgü olmadığını gösteriyor.

Bazen “salat” kelimesi Kur’an’da bağlama göre başka anlamlarda da kullanılıyor: Dua, yardım, destek, bağışlanma isteme gibi. Mesela Ahzab 56’da geçen “Allah ve melekleri, o resule salat ederler” ifadesi, salatın burada yüceltme, destek olma ya da bağışlanma dileği anlamına geldiğini gösteriyor. Ama bu tür kullanımlar, ritüel bir ibadeti değil; salatın daha geniş anlam kümesini yansıtıyor. Özetle, her “salat” aynı anlamda kullanılmaz ama ibadet anlamında geçen her salat açık ve detaylıdır.

“Kur’an’da namaz yok” iddiası işte tam bu noktada sarsılıyor. Çünkü eğer salat yalnızca dua ya da soyut destekse; abdest niye var? Cünüpken namaza yaklaşmayın uyarısı neden yapılmış? Vakitler neden bu kadar detaylı verilmiş? Savaşta bile neden salat terk edilmemiş? Ayakta, secdede, oturarak yapılan bir dua biçimi, nasıl yalnızca zihinsel bir hal olarak açıklanabilir?

Kur’an’ın ortaya koyduğu salat, belirli vakitlere bağlı, belirli hareketlerle icra edilen, hem zihni hem bedeni kuşatan bir ibadettir. Amaç nedir? Ankebut 45’te söyleniyor: “Gerçekten salat, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” Yani bu ibadet insanın karakterini inşa eder, ahlakını geliştirir. Taha 14’te ise, “Beni anmak için salat ikame et” denilerek, Allah’ı sürekli hatırlama yönü vurgulanır. Salat, hayatın merkezinde olması gereken bir ibadet olarak sunulur. Bu yüzden Kur’an’da “dinin direği” şeklinde değil, “hayatın istikameti” şeklinde yer bulur.

Salat aynı zamanda Allah’tan başkasına yönelmemenin de bir simgesidir. Fatiha 1:5 bunu net söyler: “Yalnız sana kulluk ederiz, yalnız senden yardım isteriz.” Ne aracıya, ne kutsal mekâna, ne özel kişilere gerek var. Kur’an’daki salat anlayışı, dini yalnızca Allah’a has kılar. Çünkü dinde zorlama yoktur (Bakara 256) ve herkesin yöneldiği bir yön vardır (Bakara 148). Ama o yönün kime doğru olduğu, yönelinen kişi ya da objeden daha önemlidir: Allah’a yönelmek.

Kur’an’da “salat” kavramının sadece şekli bir ibadet olarak değil, bilinçli ve derin anlamlar taşıyan bir yöneliş olarak sunulduğunu fark etmek çok önemli. Nisa Suresi 43. ayette geçen “Ne söylediğinizi bilinceye kadar...” ifadesi, bu ibadetin ancak anlamı kavranarak yapılabileceğini açıkça ortaya koyar. Yani salat, sadece belirli hareketlerin tekrarlandığı bir uygulama değil; bilinçle, anlayışla ve derin bir farkındalıkla yerine getirilmesi gereken bir kulluk halidir. Kur’an’a göre bu ibadet; anlam, bilinç, saygı, istikamet, teslimiyet ve temizlik gibi içsel unsurları da kapsayan bütüncül bir yapıya sahiptir.

Salatın kıyamla başlaması (2:238), ardından Kur’an’dan ayetlerin okunması (4:43), sonra rükû ve secdeyle Allah’a boyun eğilmesi (22:26, 48:29) şeklinde fiziki bir yönelişle uygulanması, birçok ayette vurgulanmıştır. Kur’an, bu ibadetin ne olduğunu, ne zaman ve nasıl yapılacağını, kimlere farz kılındığını, hangi hallerde nasıl uygulanacağını ayrıntılı şekilde açıklar. Bu da salatın, Allah’ın diğer hükümleri gibi apaçık, kolaylaştırılmış ve detaylandırılmış bir emir olduğunu gösterir. Ne var ki zamanla bu açıklık, rivayetlerle karartılmış ve salatla ilgili tanımlar mezheplerin yorumlarına bırakılmıştır.

Kur’an’ın yaklaşımına göre salat, yalnızca bireysel bir yöneliş değildir; aynı zamanda toplumsal bilinç oluşturan bir ibadettir. Cemaatle kılınan salatlar, bir ümmetin ortak değerlerini, yönünü ve birlik ruhunu yansıtır. Fakat bu birlik, sadece aynı hareketleri tekrar ederek değil, ortak anlam ve amaç etrafında kenetlenerek sağlanabilir. Kur’an, salatı şekli bir tekrarın ötesine taşıyarak, hayatın merkezine yerleştirir. Bireyin içsel dönüşümüne katkı sunar, onu ahlaki olarak da eğitir. Bu anlamda salat, sadece Allah’ın huzurunda bulunmak değil; O’nun yoluna sadakatle bağlı kalmak, sabırla ilerlemek ve sürekli hatırda tutmak demektir.

Kur’an’ın bütününe bakıldığında, salatın belirli vakitlerde, belirli bir dikkat ve hazırlıkla, arınarak ve bilinçli bir şekilde yerine getirilmesi gerektiği net olarak görülür. Maide Suresi 6. ayette, abdestin ayrıntılı olarak anlatılması, salatın ciddiyetini gösterir. Bu ibadet, rastgele yapılan bir yöneliş değil; Allah’a saygıyla yönelmenin, ruhsal ve fiziksel teslimiyetin sembolüdür. Kıyam, rükû ve secde gibi hareketlerle şekillenen salat, sadece davranış değil, bir kulluk bütünlüğüdür. Hem bireysel hem de toplumsal yönüyle, basit bir ritüelden çok daha öte bir anlam taşır.

En’am Suresi 162. ayette geçen, “De ki: Benim salatım, kurbanım, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir” ifadesi, bu ibadetin ne kadar kapsamlı bir yönü olduğunu vurgular. Salat sadece belli zamanlarda yapılan bir görev değil, hayatın merkezine yerleştirilmiş bir duruş biçimidir. Şekilden çok içeriğe anlam katar ve bu nedenle, ruhsal bir hazırlıkla yapılması gerekir. Nisa 43. ayette “Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar...” uyarısı, bu bilinçli hazırlığın zorunlu olduğunu teyit eder.

Salatın vakitleri de Kur’an’da net biçimde bildirilmiştir. İsra 78. ayette “Güneşin doruğu aşmasından gecenin çöküşüne kadar namazı kıl” ifadesi, beş vakitli ibadetin zeminini oluşturur. Diğer ayetlerde (11:114, 20:130, 30:17-18, 76:26) sabah ve akşam vurgusu yapılır. Böylece günün iki ucunda salatın önemine dikkat çekilir. Kur’an’a göre, vakitli salat esastır. Ayrıca, belli şartlarda bu ibadet kısaltılabilir (Nisa 101-103). Örneğin savaş ve korku hâllerinde salat terk edilmez; şekli değişse bile bilinçli yöneliş sürer (Bakara 239). Yani her durumda kulluk bilinci korunmalıdır.

Bazı yaklaşımlar salatı yalnızca “destek veya yardım” anlamında ele alarak, onun bedensel yönünü görmezden gelir. Oysa bu yorumlar, kıyam, rükû, secde gibi yüzlerce ayeti yok saymak anlamına gelir. Zümer Suresi 9. ayette geçen “Gece boyunca secde ederek yahut ayakta durarak ibadet eden kimse” ifadesi; bu ibadetin açıkça fiziksel bir boyut taşıdığını gösterir. Aynı şekilde Nisa 102. ayette, elçinin arkasında saf tutup secde eden topluluktan söz edilmesi, salatın cemaatle ve bedenle uygulandığını gösteren somut bir delildir.

Meryem Suresi 58. ayet, geçmiş toplumlardaki salat uygulamasını aktarır: “Onlara Rahman’ın ayetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.” Bu, salatın geçmişten günümüze bir kulluk biçimi olduğunu gösterir. Meryem 31 ve 55. ayetlerde de İbrahim, Musa ve İsa gibi nebilere salat emrinin verildiği belirtilir. Bu da ibadetin evrenselliğini kanıtlar.

Bugün mezheplerin getirdiği şekilsel ayrıntılar, Kur’an’ın salat anlayışından uzaklaşılmasına neden olmuştur. 4 rekatlı öğle ya da 3 rekatlı akşam namazı gibi detaylar, Kur’an’da yoktur; bunlar rivayetlerle şekillenmiş yorumlardır. Oysa Kur’an, salatın özüyle, zamanıyla, uygulanışıyla, terk edilmeme koşullarıyla çok nettir. Mezhepler, bu sadeliği karmaşıklaştırarak ibadeti şekilciliğe hapsetmiştir. Kur’an ise salatı; bilinçle, anlayışla, içtenlikle ve sadece Allah için yapılması gereken bir ibadet olarak sunar.

Salatın fiziksel hareketlerden ibaret olmadığı; aynı zamanda kalbin, zihnin ve ruhun Allah’a yönelişi olduğu Hac Suresi 26. ayette açıkça vurgulanır. Secde ve rükû ile birlikte teslimiyetin şart koşulması, ibadetin yalnızca bedensel değil, derin bir kalbi boyut taşıdığını ortaya koyar. Ankebut 45. ayette ise salatın ahlaki etkisi hatırlatılır: “Gerçekten salat, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” Bu, salatın bir eğitim süreci olduğunu da gösterir. Kur’an’ın öğrettiği gibi; sadece okumak değil, anlamak ve yaşamak gerekir.

Ankebut Suresi 45. ayette “Gerçekten salat, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar” ifadesi, namazın sadece bedensel bir ritüel olmadığını, aynı zamanda ahlaki ve zihinsel bir arınma aracı olduğunu açıkça gösterir. Salat, sadece Kuran ayetlerini okumak değil; onu anlamak, bilmek, kavramak ve hayatın her anına yansıtmakla anlam kazanır. Nisa Suresi 43. ayette ise “Ne söylediğinizi bilinceye kadar” ifadesi, bilinçli bir farkındalıkla namaz kılmanın önemini vurgular. Bu, salatın bilinçsizce yapılacak bir alışkanlık ya da mekanik bir eylem olmadığını, anlamlı ve içten olması gerektiğini ortaya koyar.

Kur’an’da salat ibadeti, belirli fiziksel hareketlerle birlikte uygulanır. Kıyam yani ayakta durmakla başlayan salat, ardından özel bir dikkat ve saygıyla Kur’an’dan ayetlerin okunmasıyla devam eder. Ardından rükû ve secde hareketleriyle Allah’a boyun eğilir ve teslimiyet gösterilir. Bu beden dilinin her parçası, kulluğun somut ifadesi olarak Kur’an’da detaylı şekilde yer alır. Namazın kılınacağı vakitler, farz kılındığı kişiler ve uygulanma şekilleri Kur’an’da ayrıntılı biçimde açıklanmıştır. Allah’ın diğer emirleri gibi, namaz da apaçık, kolaylaştırılmış ve detaylandırılmış bir ibadettir. Ancak tarih boyunca bu açıklıklar rivayetler ve gelenekler tarafından gölgelenmiş, mezheplerin farklı yorumları bu ibadetin asli Kur’an çizgisinden sapmasına yol açmıştır.

Salat, yalnızca bireysel bir Rabbine yöneliş değil, aynı zamanda toplumsal bir bilinç ve birliğin ifadesidir. Müslümanlar bir araya gelerek namaz kıldığında, bu ibadet ümmetin ortak değerlerini, birliğini ve istikametini temsil eder. Ancak bu toplumsal bilinç, sadece ezberlenen duaların veya hareketlerin tekrarıyla sağlanmaz; namazın ruhuna uygun anlam ve amaç birliğiyle pekişir. Kur’an, salatı sadece fiziksel hareketlerden ibaret bir ritüel olmaktan çıkarıp, hayatı kuşatan, insanı dönüştüren bir ibadet olarak sunar. Salat, Allah’ın huzuruna çıkmakla kalmaz; aynı zamanda O’nun yolunda kararlı olmayı, kullukta sadakati göstermeyi, ahlaki duruşu temsil etmeyi ve Allah’ı sürekli hatırda tutmayı içerir.

Namazın zamanında kılınması Kur’an’da açık bir şekilde belirtilmiştir. İsra Suresi 78. ayet “Güneşin doğuşundan gecenin kararmasına kadar namazı kıl” diyerek sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinin zeminini oluşturur. Bu vakitler, günün belirli anlarında Allah’a yönelme ve ibadet etme alışkanlığını yerleştirir. Ayrıca Nisa Suresi 101-103 ayetlerinde seferde olanların namazı kısaltabilecekleri, korku halinde yürürken ya da binek üzerindeyken bile salatın eda edilebileceği belirtilir. Bu hükümler, ibadetin zorluk ve güçlük haline gelmemesi için Allah’ın kolaylık sunduğunu gösterir. Esas olan, ibadetin samimiyet ve bilinçle yapılmasıdır; şekilcilik değil.

Namazın bedensel yönleri Kur’an’da ayrıntılı bir şekilde vurgulanır. Kıyam (ayakta durmak), rükû (eğilmek), secde (yere kapanmak) hareketleri kulluğun somut dışavurumlarıdır. Bu hareketler, sadece birer davranış değil, bütün varlığıyla Allah’a yönelmenin işaretidir. Nisa 102. ayette, Peygamber’in arkasında bulunanların secdeyle salatı tamamlaması, toplu namazın ve belirli bedensel hareketlerin Kur’an’da yer aldığını gösterir.

Abdest konusu da Maide Suresi 6’da ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Yüzün, ellerin dirseklere kadar yıkanması, başın mesh edilmesi, ayakların topuklara kadar yıkanması gibi ayrıntılar, ibadetin hem dıştan hem de içten arınmayı gerektirdiğinin delilidir. Bu açıklama, namazın sadece bedensel hareketlerden ibaret olmadığını, temiz bir beden ve ruhla ibadete yönelmenin önemini ortaya koyar.

Kur’an’da namaz (salat), bireysel ve toplumsal hayatın merkezinde yer alan, bilinçli ve bütüncül bir ibadettir. Bu ibadet, fiziksel hareketlerle (kıyam, rükû, secde) ve ruhsal yönelişle (duygu, düşünce, teslimiyet) şekillenir. Namazın zamanında kılınması, abdestsiz olmaması, zor durumlarda kolaylık sağlanması, Kur’an’ın açık hükümlerindendir. Mezheplerin getirdiği şekilcilik ve detaycı yorumlar, Kur’an’daki sade ve anlaşılır namaz tanımını karmaşıklaştırmıştır.

Namazda Kur’an’dan ayetlerin okunması (kıraat), ibadetin önemli bir parçasıdır. Fatiha Suresi’nin namazda okunması geleneksel olarak bilinse de Kur’an’da buna dair doğrudan bir emir yoktur. Ancak Nisa 101-103. ayetleri, salat sırasında Kur’an’dan ayetlerin okunmasının, ibadetin bilinçle ve dikkatle yapılmasına katkı sağladığını açıkça ortaya koyar. Kıraat, kişiyi Allah’la doğrudan konuşur hale getirir; bu yönüyle namaz, sadece fiziksel hareketlerin ötesinde anlam ve bilinçle zenginleşir.

Namazda sesin nasıl olması gerektiği de Kur’an’da yer bulur. İsra 110 ve Araf 204. ayetleri, sesin ne çok yüksek ne de gizli olmayacak şekilde, orta düzeyde tutulmasını öğütler. Bu, gösterişten uzak, samimi bir ibadet biçiminin işaretidir.

Kur’an, salatın bireyi kötülüklerden alıkoyan bir mekanizma olduğunu bildirir (Ankebut 45). Namaz, yalnızca ritüel bir yükümlülük değil; insanın ruhunu arındıran, davranışlarını şekillendiren, hayatına istikamet veren bir ibadettir. Onu sadece şekil olarak değil, bilinçli ve içten bir yöneliş olarak yaşamak gerekir.

Zamanla namazın kılınış biçimi, rekat sayıları gibi ayrıntılar, hadis ve mezheplerin etkisiyle şekillenmiştir. Oysa Kur’an, salatın özünü vakitli, bilinçli ve samimi bir ibadet olarak ortaya koyar. Detaylı rekat sayısı gibi hususlarda Kur’an açık ifadelerle hüküm verirken, geleneksel anlayışlar bu açıklığı gölgelemiş olabilir. Kur’an’a uygun bir namaz anlayışı, ibadetin amacına, özüne ve Allah’a olan teslimiyete odaklanır.

Ve şunu da unutmamak gerekir: Diyelim ki salat kelimesi "namaz"ı kapsamıyor ve herkes bunun sadece dua olduğunu kabul ediyor. Fakat bir insan bu duayı fiziksel hareketlerle yapıyorsa, Allah’ın ona karşı çıkacağını düşünmek akıl ve adaletle bağdaşmaz. Ya tersi doğruysa? Eğer salat günümüze kadar ulaşan şekliyle de bir ibadetse ve insanlar bu yönünü tamamen terk ettiyse… İşte o zaman, sonucunun ne olacağını kestirmek bile zor olabilir.

Namaz, bireyin Allah ile kurduğu en samimi bağdır. İçtenlik, bilinçli teslimiyet ve sürekli hatırlamayı kapsar. Bu ibadet insanı kötü davranışlardan korur, ruhu arındırır, hayatı disipline eder. Salat, sadece elleri kaldırıp dua etmek değil; Allah’a yönelmek, O’nun emirlerine kul olmak ve hayatı O’nun rızasına uygun yaşamaktır. Bu nedenle Kur’an’a göre namaz, Müslüman’ın hayatındaki vazgeçilmez bir bağdır.

Doğrularım Allah’ın yanlışlarım benimdir.

Aydın Orhon

aydinorhon.com

 

Gayri Metluv Vahiy ve Nebi-Resul İtaati: Kur’an Temelli Doğru Anlayış

 Gayri Metluv Vahiy ve Nebi-Resul İtaati: Kur’an Temelli Doğru Anlayış

 

Gel, bugün Kur’an merkezli bir meseleye birlikte bakalım: Resul'e itaat ne demek, “gayri metluv vahiy” diye bir şey var mı, gerçekten Allah’ın dini sadece Kur’an’dan mı öğrenilir?

Önce şu net ifadeyle başlayalım. Kur’an, Resul hakkında şöyle der:

“O, hevasından konuşmaz. Onun söyledikleri, yalnızca kendisine vahyedilenden ibarettir.”
Necm 3–4

Bu ayet, Resulün (yani Kur’an’ı insanlara tebliğ eden elçinin), kendi hevasıyla değil, sadece Allah’tan gelen vahiy doğrultusunda konuştuğunu bildirir. Ancak dikkat! Bu, onun her konuşmasının vahiy olduğu anlamına gelmez. Çünkü bu sözler, vahiy anındaki konuşmalarını kasteder.

Ama ne yazık ki, “gayri metluv vahiy” diye uydurulan bir anlayış, Resulün Kur’an dışındaki her sözünü de vahiy saymakta. Yani Kur’an’ın dışında, bir de sözlü vahiy olduğu iddia edilmekte. Peki Kur’an böyle bir şey söylüyor mu? Hayır.

Kur’an bize şunu bildiriyor:

“Bu Kur’an, kendisinden başka dost edinmeyenler için bir öğüttür.”
Zuhruf 44

“Biz bu Kitap’ı sana, insanlar arasında hak ile hüküm veresin diye indirdik.”
En’am 19

“Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.”
Maide 67

Resul’ün görevi ne? Açık ve net: Allah’tan geleni tebliğ etmek. Yani görev, vahyi (Kur’an’ı) eksiksiz ve doğrudan insanlara iletmek. Başka bir ekleme yok. Allah’ın sözüne bir şey katmak, dinin sınırlarını genişletmek asla söz konusu değil.

Peki, Kur’an’da “Resul’e itaat” emri var mı? Evet, var. Ama bu itaatin temeli vahiyledir, yani Kur’an'ladır:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resule de itaat edin…”
Ali İmran 32

“Ben size ancak Allah’ın indirdiğiyle hükmederim.”
En’am 57

“Ben ancak bana vahyedilene uyarım.”
En’am 50

Görüyoruz ki, Resul’ün tüm davranışlarının değil, Allah’tan aldığı vahyin bağlayıcılığı vardır. Bu yüzden Kur’an’da “Resul’e itaat” vardır; ama “Nebi’ye itaat” geçmez. Nebi, vahiy alan kişidir; Resul ise bu vahyi iletme görevi yapandır. Her nebi resul olabilir ama her resul nebi değildir. İtaat emri de yalnızca, Resul vasfı ile yani vahyi aktaran kişi yönüyle verilir.

Gelelim önemli bir noktaya. Bazı gelenekçi anlatımlar ne yazık ki Kur’an’la çelişmektedir. Örneğin:

  • Mehdî ya da mesih inancı?  Maide 116–117
  • Peygamberin göğe çıkması?  İsra 93
  • Şefaatle büyük günahların affı?  Nisa 31, Zümer 19
  • Ayın ikiye bölünmesi?  İsra 59
  • Cuma namazının kadınlara farz olmaması?  Cuma 9
  • Kadınların özel hallerde ibadet edemeyeceği?  Bakara 222
  • Helal ve haramların uydurma yollarla belirlenmesi?  Tahrim 1, Nahl 116

Kur’an’ın bu konulardaki tavrı açıktır. Bu tür rivayetler ya Kur’an’a aykırıdır, ya da Kur’an’la uyumluysa, sadece bilgi olarak değerlendirilebilir ama asla din kaynağı yapılamaz.

Rabbimiz uyarıyor:

“Zanna uymayın. Çünkü zan, hakikatin yerini tutmaz.”
Necm 28

“Bilmediğin şeyin ardına düşme.”
İsra 36

O hâlde, “gayri metluv vahiy” diye dinin yanına eklenen her şey, zanna dayalıdır, Kur’an’a değil.

Kur’an şöyle der:

“Bu Kitap’ta hiçbir eksik bırakmadık.”
En’am 38

“Sana indirdiğimiz bu kitap, senden önce gönderilenleri doğrulayan ve açıklayan en güzel öğüttür.”
Yunus 37

“Ben ancak Allah’tan gelen vahye uyarım.”
En’am 57


Sonuç olarak:

Resul’ün görevi, yalnızca Allah’tan gelen vahyi (Kur’an’ı) tebliğ etmektir.

Onun bireysel sözleri, Kur’an’la çelişiyorsa asla bağlayıcı değildir.
İtaat yalnız Allah’a ve Allah’tan gelen vahiy aracılığıyla Resul’e olur.
Gayri metluv vahiy iddiası, Kur’an’a aykırı hurafeleri dinin içine sokmak için uydurulmuştur.
Dinin tek kaynağı ve ölçüsü yalnızca Kur’an’dır.

İşte bu gerçekleri görmek, Kur’an’ı anlamak ve onunla yaşamak, bize doğru yolu gösterecek olan en sağlam iptir.

 

Doğrularım Allah’ın, yanlışlarım benimdir.

Aydın Orhon
aydinorhon.com

 

“Kur’an Neden İndirildi: Yaşayanlara Rehber, Ölülere Tören Kitabı Değil”

 “Kur’an Neden İndirildi: Yaşayanlara Rehber, Ölülere Tören Kitabı Değil”

Arkadaşlar, bugün birlikte biraz daha derin düşünelim. Hak nedir diye sorsam, ne dersin? Hak, bir amacı ve doğruluğu olan bilgidir. Tesadüfi, keyfi ya da geçici değildir. Allah’ın sözü olan Kur’an da işte böyle bir hak ile indirilmiştir. Kur’an rastgele bir kitap değil, belli bir amaç için gönderilmiş bir rehberdir. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Biz Kur’an’ı hak ile indirdik ve o da hak ile indi.”
 İsra 105
“(Allah) sana Kitab’ı hak ile indirdi.”
Ali İmran 3
“Bu Kitap, hak ile indirilmiştir.”
Bakara 176

Bu kadar açık. Kur’an’ın indirilişi bile bir hak üzere. Peki şimdi durup kendimize sormayalım mı: Bu hak üzere indirilen Kur’an’ın amacına uygun bir yaklaşımımız var mı? Gerçekten onunla yaşıyor muyuz?

Casiye Suresi’nde Rabbimiz bizi sarsan bir uyarı yapıyor:

“Bu ayetler, sana hak olarak okuduğumuz Allah’ın ayetleridir. Öyleyse Allah’ın ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?”
Casiye 6

İşte soru burada netleşiyor: Biz, sadece Allah’ın ayetlerini mi din olarak kabul ediyoruz? Yoksa birilerinin sözlerini, kitaplarını, geleneklerini mi din haline getiriyoruz?

Kur’an’ın amacı da bu noktada çok net ifade ediliyor:

“Dine hiçbir şeyi katmadan, yalnız Allah’a has kılarak Allah’a kulluk edin. Halis din yalnızca Allah’ındır.”
Zümer 2–3
“Bu, ayetleri hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından sabit kılınıp açıklanmış bir kitaptır. (Şunun için gönderildi:) Allah’tan başkasına kulluk etmeyin.”
Hud 1–2

Peki biz bu amaca ne kadar kulak veriyoruz? Kur’an bizim başucu kitabımız mı? Yoksa sadece ölülere mi gönderiyoruz?


Kur’an Neden İndirildi?

Kur’an sadece bir dua metni, bir ibadet kitabı ya da ölüm törenlerinin parçası değil. O, diri olanlara hitap eden canlı bir kitap. Allah bu kitabı, hayatımızı anlamamız ve doğru yaşamamız için indirdi.

Kur’an’ın indiriliş sebeplerinden bazıları şunlardır:

İman edenlerin imanını güçlendirmek için:
Nahl 102
İnsanlar ihtilafa düştüğünde doğru hüküm verebilsinler diye:
Bakara 213, Nisa 105, Maide 48
İnsanları karanlıktan aydınlığa çıkarmak için:
İbrahim 1
Temiz akıl sahiplerinin derin düşünmesi için:
Sad 29
Kalben ölüleri diriltmek için:
Yasin 70


Kur’an: Mucize Beklenen Değil, Yaşanan Kitaptır

Kur’an, doğrudan bir mucize gösterme aracı değildir. Ama onun en büyük mucizesi, içerdiği hakikattir. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Eğer bir kitapla dağlar yürütülebilecek, yer parçalanabilecek ya da ölüler konuşturulabilecek olsaydı, bu elbette bu Kur’an olurdu…”
Rad 31

Yani Kur’an;

Ölülere okunmak için,
Suyun üstüne okunup şifa umulsun diye,
Anlamadan sevap kazanılsın diye değil,

Hayatı anlamamız, doğru yaşamamız ve insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkarmamız için indirilmiştir.


Kur’an: Gönüllere Şifa Veren Rehberdir

Kur’an, gönüllerde hastalık olanlara şifa, yolda kalanlara ışıktır. Rabbimiz ne diyor?

“Şüphesiz bu Kur’an en doğru yola iletir…”
İsra 9
“Kur’an, müminler için şifa ve rahmettir.”
İsra 82

O hâlde onu sadece okumakla değil, anlamakla ve yaşamakla mükellefiz.


Kur’an Kıssaları: Boş Hikâye Değil, Derin Derslerdir

Kur’an’da anlatılan geçmiş toplum kıssaları, zaman geçirmek için değil, ibret almamız için anlatılır:

“Elçilerin kıssalarını sana hak ile anlatıyoruz. Bunlarda akıl sahipleri için ibret vardır.”
Yusuf 111

Bazı örnekler:
• Adem’in oğulları →  Maide 27
• Ashab-ı Kehf →  Kehf 13
• Musa ile Firavun →  Kasas 3
• Diğer elçilerin haberleri →  Hud 120

Bu anlatımlar, insanlık tarihi boyunca aynı hataların tekrar edilmemesi içindir.


Kur’an Şüphe Barındırmaz, Zanna Karıştırılamaz

Kur’an, hakkında şüphe barındırmayan tek kaynaktır:

“Bu, içinde şüphe olmayan kitaptır.”
 Bakara 2

Ve yine Rabbimiz uyarıyor:

“Onların çoğu sadece zanna uyar. Zan ise hakikatten hiçbir şey ifade etmez.”
 Yunus 36
 Necm 28
 En’am 116


Kaynak Olarak Yalnız Kur’an Yeterlidir

Kur’an, din adına başka kaynaklara yönelmeyi açıkça reddeder:

 Kalem 36–39
 Saffat 154
 Araf 3
“Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka dostlara uymayın.”

İşte bu kadar net. Din adına başkasının sözüne değil, yalnızca Allah’ın indirdiğine kulak vermeliyiz.


Son Söz ve Dua

Haydi o zaman... Kur’an’a hak ettiği değeri verelim. Onu rafa kaldıran değil, hayatına alanlardan olalım.

 Kur’an’ı anlayarak okuyalım.
 Onu rehber edinelim.
 Ayetleri ezberlemekten önce yaşamaya çalışalım.
 Ve dini yalnız Allah’a has kılalım.

Allah’ım! Bizi Senin kitabından ayırma. Kalbimizi Kur’an’la dirilt. Yalnız Sana kul, yalnız Sana bağlı olanlardan eyle.

Doğrularım Allah’ın yanlışlarım benimdir

Aydın Orhon
aydinorhon.com

 

Melekler: Efsane Mi, Gerçek Mi?



Kardeşim, bugün seninle çok konuşulan ama aslında az anlaşılan bir konuyu masaya yatıralım: Melekler… Gerçekten var mı, yoksa sadece dini masalların bir parçası mı? Kur’an ne diyor, hadi birlikte bakalım.

Bilim adamlarının evrenin başlangıcı hakkında yaptığı açıklamalara göre, her şey yaklaşık 13,9 milyar yıl önce Big Bang yani “büyük patlama” dediğimiz olayla başlamış. Bu muazzam patlama sonrasında kainat genişlemeye, şekillenmeye ve yavaş yavaş canlılığa uygun hâle gelmeye başlamış. İşte bu süreçte, insan dışında yaratılan tüm varlıklar —görünür görünmez, görevli güçler— meleklerdir. Bu yaratılış sayesinde Âdemoğlu’nun yaşayabileceği bir düzen kurulmuş. Ardından, evrenin tarihine göre oldukça yakın bir zamanda, yani yaklaşık 386 bin yıl sonra, Âdemler ve eşleri yaratılmış ve yeryüzü serüveni başlamış.

Kur’an’da Bakara 45/13’te “Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini sizin emrinize verdi” buyuruluyor. Yani kainattaki tüm varlıklar Âdem’e hizmet edecek şekilde düzenlenmiş. Fakat bu hizmet, ezbere bir memurluk gibi değil. Allah, insanı akıllı, düşünebilen, tercih yapabilen bir varlık olarak yaratmış ve ona her şeyin bilgisini vermiş. Hangi varlık ne işe yarar, nerede nasıl kullanılır; hepsini öğretmiş.

Bakara Suresi 31 ve 32. ayetleri hatırlayalım: Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini —yani işlevlerini, fayda ve zararlarını— öğretiyor. Sonra bu bilgileri meleklere gösterip soruyor: “Bunların isimlerini biliyorsanız söyleyin.” Meleklerin cevabı net: “Sen her şeyi bilensin, bizde senin bize öğrettiğinden başka bilgi yok.” İşte burada, meleklerin bilgiyle değil görevle çalıştıklarını öğreniyoruz.

Melekler, kodlanmış bir yazılım gibi, ne görev verilmişse onu aynen yerine getirir. Onlar için emir dışına çıkmak mümkün değildir. Tıpkı bir ağacın meyve vermesi, güneşin doğup batması, rüzgârın esmesi gibi... Görevlerini yerine getirmek, Allah’a “secde etmek” anlamına gelir. Yani kullukları budur: tam teslimiyet ve itaatsizliksiz hizmet.

Ama burada önemli bir fark ortaya çıkıyor: Melekler düşündüğünü söyleyemez, akıl yürütemez. Oysa Âdem öyle değil. Düşünebiliyor, karşılaştırma yapabiliyor, hatta yanlış da yapabiliyor. Allah, meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediğinde, onlar hemen soruyor: “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?” (Bakara 30). Allah ise “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” diyerek, planının hikmetini vurguluyor.

Kardeşim, burada bir duralım. Çünkü “melek” kelimesinin anlamı çok önemli. Arapça’da “melik” kelimesinden türemiştir ve “güç, kuvvet, elçi, haberci” anlamları taşır. Çoğulu “melaike”dir. Şimdi şu soruyu soralım: Cebrail, Azrail, İsrafil gibi isimler Kur’an’da geçiyor mu? Hayır. Bunlar daha çok Yahudi inanç sisteminden, yani Tevrat’tan İslami literatüre taşınan isimlerdir.

Kur’an’da, Allah’ın Nebilerine vahyi “cibril” yoluyla ulaştırdığı ifade edilir. “Cibril” burada özel bir isim değil, görev tanımıdır: vahiy getiren güç. Ama bugün sanki Cebrail diye biri varmış da, melek olarak gelip elçiye vahiy getiriyormuş gibi anlatılıyor. Oysa Allah bir işe “Ol!” derse, o iş zaten olur (En’âm 6/73).

Mesela Enfal 9. ayette Allah şöyle buyuruyor: “O gün Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ‘Birbiri ardınca bin melekle destek veriyorum’ diye cevap verdi.” Buradaki “bin melek” ifadesi, çok sayıda destekleyici vahiy anlamındadır. Yani her biri bir bilgi, bir öğreti, bir moral kaynağı...

Kadir Suresi’nde de “Melekler ve ruh iner durur” denir. Buradaki iniş, gökten aşağı sarkmak değil; Allah katından gelen, yüksek dereceli bilgiler anlamındadır. Tıpkı süngerin suyu emmesi gibi, bu vahiyler de Nebilerin içine işler ve hayata aktarılır.

Bedir Savaşı örneğini hatırlayalım: Rivayetlerde Cebrail’in beyaz atla savaşa katıldığı anlatılır ama bu rivayetlerin çoğu Kur’an’a dayanmaz. İbn Abbas gibi henüz çocuk yaşta olanların anlatımlarıdır. Gerçekteyse, gelen ayetler ve ilahi vaat Müslümanlara moral olmuş, müşriklerin motivasyonunu ise bozmuştur. Sonuç? Allah’ın ayetleri galip gelmiştir.

Fatır 1. ayette geçen “ikişer, üçer, dörder kanatlı melekler” ifadesi de yanlış anlaşılır. Sanki kuş gibi melekler uçuyor gibi yorumlanır. Oysa buradaki kanatlar, görev çeşitliliğini simgeler. Eğer “altışar kanatlı melek” denseydi, belki kuş imajı daha baskın olurdu. Ama “üç kanatlı melek” düşün, o uçamaz bile. Demek ki bu mecazi bir anlatım. Farklı görevler, farklı işlevler anlamındadır.

İblis meselesine gelince... Kehf 50. ayette, meleklerden biriyken secde emrine karşı gelen İblis’ten söz edilir. Aslında o, cinlerdendir ama görevli melek gibi bir pozisyondadır. Emirden çıkınca düşman ilan edilmiştir. Ve dikkat et: bu İblis, her insanın içinde var. Buluğ çağına gelen herkes, kendi içindeki iblisle mücadele eder.

Araf 12-17. ayetlerde İblis’in, “Ben ondan üstünüm, çünkü ateşten yaratıldım” diyerek böbürlendiği ve Allah’ın onu kovduğu anlatılır. Allah ona mühlet verir ama bu, bir tuzaktır. Çünkü Allah, doğru yolu gösterip tercihi insanlara bırakmıştır. Seçim senin: Takva mı, fücur mu?

Ama unutma kardeşim, Allah hemen cezalandırmaz. Nahl 61’de “İnsanları yaptıkları yanlışlar yüzünden hemen yakalasaydık, yeryüzünde kimse kalmazdı” denir. Her şeyin bir vakti var; o vakit dolmadan kimseye dokunulmaz.

Melekler sadece yukarıdan inip mesaj getiren varlıklar değildir. Onlar her yerdedir. Hafıza melekleri, koruyucu melekler, destek veren, yüreklendiren, korkutan, moral veren… Hepsi Allah’ın emriyle görev yapar.

Zuhruf 80, Kehf 49, Kaf 17-18 gibi ayetlerde, hafıza meleklerinin her şeyi kaydettiği, bir insanın ağzından çıkan tek kelimenin bile kayıt altına alındığı anlatılır. Hesap günü geldiğinde, defter açıldığında “Bu ne biçim defter, küçük büyük her şeyi yazmış!” diyeceğiz.

Koruyucu meleklerimiz de var. Ra’d 11, İnfitar 10 ve Tarık 4. ayetlerinde, insanın önünde-arkasında, sağında-solunda koruyucular olduğundan söz edilir. Ama bu koruma da “gökte uçuşan kanatlı yaratıklar” değil. Göz kapağımızdan burun kıllarımıza, bedenimizin tasarımına kadar her şey bir koruma sistemidir.

Azrail ismi Kur’an’da geçmez; onun yerine “melekü’l mevt” yani “ölüm meleği” ifadesi kullanılır. Bugün bilim, insan hücrelerinde “programlı ölüm genleri” olduğunu keşfetmiş durumda. Demek ki ölüm bile bir görevli sistemle yürür.

Bazı ayetlerde melekler, insanları karanlıktan aydınlığa çıkaran destekçiler olarak anlatılır. (Ahzab 43-44). Bazıları savaşta cesaret verir (Enfal 12, Tevbe 25-26), bazıları afet getirir (Hicr 73-74, A’raf 84), bazıları yağmur, rüzgâr gibi doğa olaylarında rol alır (Furkan 25). Hepsi, Allah’ın emriyle görevlerini yerine getirir.

Bakara 248’de, meleklerin “sandığı taşıdığı” anlatılır. Bu da bildiğimiz anlamda değil; o dönemin taşıma sistemlerini ifade eden bir mecazdır. Taşıyanlar Allah’ın görevlendirdiği kişiler ya da doğal kuvvetlerdir.

Özetle kardeşim, Kur’an’a göre doğadaki her varlık bir melektir. Ateş, su, rüzgâr, hayvanlar, bitkiler, hatta mikroskobik canlılar bile... Görevini yerine getirir ama iradesi yoktur. Melek budur. O yüzden, köpek de melektir, domuz da... Hepsi görevli.

Bizim görevimizse, bu meleklerden yani doğadaki güçlerden akıl, bilgi ve becerimizle yararlanmak. Ocağı yakar yemek yaparız, elektrik üretiriz, uçağı çalıştırırız... Ama hepsi bizim emrimizdeki görevli sistemlerdir. Tıpkı melekler gibi…

Kafamızda uçan kaçan bir melek ordusu hayal etmeye gerek yok. Allah’ın “Ol!” demesi yeter. (Bakara 2/117)

Ben Kur’an’dan melekler hakkında bunu anladım.


Doğrular Allah’ındır, yanlış varsa bana aittir.

— Aydın ORHON

 

Kur’an Işığında Kurban ve Kurban Bayramı

 

Kur’an Işığında Kurban ve Kurban Bayramı

 

Kurban, halk arasında genellikle belirli günlerde hayvan kesmekle sınırlı bir ibadet gibi algılansa da, Kur’an’ın bütünlüğü içinde ele alındığında, bundan çok daha derin ve kapsayıcı bir anlam taşımaktadır. Kurban kelimesi Kur’an’da hem sembolik hem de pratik anlamlar barındırır. Kurban, Allah’a yakınlık vesilesi olan bir teslimiyet, infak, takva, sorumluluk ve hakikate boyun eğme davranışının adıdır.

 

Kurbanın Anlamı: Kur’an’a Göre Yakınlaşma

Kurban sözcüğü, “yaklaşmak, yakın olmak” kökünden türemiştir. Bu yönüyle, kişinin Allah’a yaklaşmak amacıyla yaptığı her türlü samimi eylem, Kur’an’a göre kurban kapsamındadır. Sadece hayvan kesimi değil; kişinin malından, vaktinden, konforundan, nefsinden vazgeçerek Allah’ın rızasına ulaşma çabası birer kurbandır.

 

Kur’an’da kurbanın özünü çok etkileyici biçimde anlatan ayetlerden biri şudur:

 

Maide 27:

“Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku: Her biri birer kurban sundular. Birininki kabul edildi, diğerininki kabul edilmedi. (Kurbanı kabul edilmeyen:) ‘Seni öldüreceğim’ dedi. (Öbürü:) ‘Allah, ancak muttakilerden kabul eder.’”

 

Bu ayette açıkça görüldüğü gibi, kurbanın kabul edilişinde ölçüt takvadır; yani kişinin samimiyeti, Allah’a karşı duyduğu sorumluluk bilinci ve bilinçli bir tercih ile yaptığı ibadettir. Etin ya da malın miktarı değil, niyet ve ihlâs esastır.

 

Kurban: Sadece Hayvan Kesmek midir?

Hayır. Kur’an’da kurban, yalnızca hac sırasında kesilen hayvanla veya Kurban Bayramı’nda boğazlanan kurbanlıkla sınırlandırılmamıştır. Kur’an’a göre kurban:

 

Allah’a adanmış davranışlardır,

 

Toplumda bozulmaya karşı mücadeledir (Maide 32-34),

 

Zalimden mazlumu kurtarma eylemidir,

 

Nefsi dizginlemek ve sabırla yaşamak gibi kişisel iç disiplin davranışlarıdır.

 

En’am 162-163:

“De ki: Benim namazım, kurbanım (nusukî), yaşamım ve ölümüm yalnızca âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum.”

 

Bu ayet, insanın bütün varlığını Allah’a adayışını “kurban” terimiyle anlatır. Kurban, bir hayvanın boğazlanmasından çok daha önce, kişinin tüm hayatını Allah’a adamasıdır.

 

Kurban ve Tağut Yolculuğu

Kurban konusu aynı zamanda iki farklı dünya görüşünün ayrıştığı noktadır. Bir tarafta Allah’a iman edenler ve Allah’ın belirlediği sınırlar içinde yaşayanlar; diğer yanda tağutları veli edinen, hevâsını ilahlaştıran inkârcılar vardır.

 

Bakara 257:

“Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri ise tağutlardır; onları aydınlıktan karanlığa çıkarırlar.”

 

Kur’an’da kurban, iman edenlerin Allah’a yakınlaşmak için sunduğu bir bilinçli adanış biçimi, diğer taraftan inkârcıların ise göstermelik, takvasız eylemleridir. Nitekim Hac 37. ayet bu gerçeği çok açık şekilde ortaya koyar:

 

“Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; O’na sadece sizin takvanız ulaşır.”

 

Yani hayvanın kesilmesi değil, kesilirken taşıdığınız niyet, samimiyet ve Allah’a yöneliş ölçülüdür.

 

Kurban ve Toplumsal Sorumluluk

Kurban sadece bireysel bir ibadet değil, aynı zamanda toplumsal yardımlaşmanın zirvesidir. Allah’ın yeryüzünde insana boyun eğdirdiği nimetlerden biri olan hayvanlar, Allah’ın adını anarak ve bir paylaşım ahlakıyla kesilmelidir.

 

Hac 36:

“İri cüsseli hayvanları sizin için Allah’ın şiarlarından kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Onlar boğazlanırken Allah’ın adını anın. Yan üstü yere yıkıldıklarında onlardan yiyin; kanaatkâra da isteyene de yedirin.”

 

Bu ayet, kurbanın sosyal boyutuna işaret eder. Kurban etini sadece kendi çevresine değil, yoksula ve muhtaca ulaştırmak, bayramın paylaşım yönünü pekiştirir.

 

Kurban Hacla mı Sınırlıdır?

Bazı kişiler, Bakara 196. ayeti gerekçe göstererek kurbanın yalnızca hac sırasında geçerli olduğunu iddia etmektedir. Oysa bu ayet, hac ibadetine özel bazı uygulamaları anlatır; bu durum genel anlamda kurban ibadetini sınırlamaz.

 

Kur’an’da başka hiçbir ibadette olmadığı kadar kurbanın takva, infak, sabır, şükür ve teslimiyet ile iç içe geçtiği açıkça görülür. Hacda da kurban vardır; ancak Kurban Bayramı da müminlerin küresel olarak bir araya gelip infak ve yakınlaşma ruhunu yaşadığı özel günlerdir.

 

Hayvan Katliamı mı, İlahi Emir mi?

Bazı çevreler, kurban ibadetini “hayvan katliamı” gibi sunmaya çalışsa da bu tavır, Allah’ın yeryüzünde kurduğu dengeye karşı bir başkaldırıdır. Kur’an, hayvanların insanın hizmetine verildiğini, nimet olduğunu bildirir:

 

Bakara 29:

“Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur.”

 

Kurban, Allah’ın rızası için yapılan ve doğal döngüye zarar vermeyen bir ibadettir. Kaldı ki, her gün milyonlarca hayvan insanlar tarafından kesilirken kimse buna “katliam” dememektedir. Mesele et yemek değil, Allah adına kesmeye olan tepkidir.

 

Kurban Bayramı: Bir Bilinç ve Şükür Bayramı

Kurban Bayramı, sadece et kesme bayramı değil, Allah’ın verdiği nimetlere karşı bir şükür, infak, tefekkür ve iman tazeleme bayramıdır. Aynı zamanda, imkânı olanın olmayanla buluştuğu, varlıklı olanın yoksulu gördüğü, toplumsal dengenin yeniden inşa edildiği günlerdir.

 

Sonuç: Kurbanın Gerçek Ruhu

Kurban, bir et ibadeti değildir. Takva ile kesilmemiş bir hayvan, sadece kesilmiş olur; kurban olmaz. Allah’a yaklaşmak niyetiyle, içten gelen bir teslimiyetle yapılan her davranış bir kurbandır. Kur’an, kurbanın simge değil, bir bilinç olduğunu öğretir.

 

Bu bilinçle yaşanmış ve takva ile kesilmiş kurbanlar, yalnız bayram günü değil, insanın hayatı boyunca süren bir kulluk nişanesi olarak kalacaktır.

 

Doğrularım Allah’ın yanlışlarım benimdir.

 

Aydın Orhon

İslam’da Kurban Ne Demektir?

 İslam’da Kurban Ne Demektir?

Kurban, Allah’a yakın olmak amacıyla yapılan bilinçli bir teslimiyet ve infaktır. Kur’an’a göre kurban, yalnızca bir hayvan kesimi değil; Allah’a adanmış bir davranış, bir fedakârlık ve bir değer sunumudur. Asıl olan, yapılan işin ardındaki bilinçtir: Allah’a yaklaşmak. Yani kurban, Allah’a olan sevginin ve bağlılığın somut bir göstergesidir.


Kur’an’da Kurbanın Anlamı

Kurbanın özü, Allah’a yaklaşmak için değer verdiğimiz şeylerden vazgeçmektir. Kur’an’da bu bağlamda ilk örnek, Nebi Âdem’in iki oğlunun kıssasıdır:

“Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçeğe uygun olarak anlat: Hani birer kurban sunmuşlardı da birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen,) ‘Seni mutlaka öldüreceğim’ demişti. (Diğeri de,) ‘Allah, yalnızca muttakilerden kabul eder’ demişti.”
(Maide 5:27)

Bu ayetten anlaşıldığı üzere Allah, ancak takva ile yapılan sunuları kabul eder. Buradaki takva, Allah’a içtenlikle yönelme, infak edilenin değerli olması ve kişinin niyetindeki samimiyettir. Kabil’in problemi, Allah’a en kıymetsizi sunmasıydı. Bu, aslında Allah’a verdiği değerin de göstergesidir.


Her Güzel Davranış Bir Kurbandır

Kurban sadece belli günlerde hayvan kesmekten ibaret değildir. Kur’an’da müminin her güzel davranışı, infakı, yardımı birer kurban niteliğindedir. Nitekim Bakara 264. ayette şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Sadakalarınızı, insanlara gösteriş için malını harcayan ve Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın...”
(Bakara 2:264)

Gösterişsiz, içten, samimi her infak bir kurbandır. Allah katında değerli olan; yapılan işin ardındaki niyet, bilinç ve Allah’a yaklaşma gayesidir.


Hac ve Kurban: Simgesel Değer ve Bilinç

Hac ibadetinde de kurban önemli bir yer tutar. Ama burada da asıl vurgu edilen şey kurbanın eti ve kanı değil, Allah’a ulaşan takvadır:

“Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır.”
(Hac 22:37)

Bu ayet, kurbanın fiziksel yönüne değil, onun ardındaki takva ve teslimiyet bilincine dikkat çeker. Bir başka ayette ise kurban edilen hayvanların faydalarına dikkat çekilir:

“Biz o büyükbaş hayvanları da sizin için Allah’ın (dini) nişanelerinden kıldık; sizin için onlarda hayır vardır. Onlar (kurbanlıklar) saf saf dizili dururlarken üzerlerine Allah’ın adını anın...”
(Hac 22:36)

Bu da gösteriyor ki kurban hem bireysel hem toplumsal yönü olan bir ibadettir. Paylaşmak, infak etmek ve bu sayede Allah’a yakınlaşmak…


Kurban, Allah’a Verdiğiniz Değerin İfadesidir

İnsanın Allah’a yakınlaşma arzusu, kendince en kıymetli olanı Allah yolunda harcamasını gerektirir. Yani bir insan Allah’a ne kadar değer veriyorsa, Allah’a yaklaşmak için o kadar değerli bir şeyi sunar. Kur’an’da şöyle buyurulur:

“Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar iyiliğe erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz Allah onu bilir.”
(Ali İmran 3:92)

Bu ayet, kurbanın aslında bir “ölçü” olduğunu ortaya koyar: Sen Allah’a ne kadar değer biçiyorsun? İşte, sunduğun şey bu değerin ifadesidir.


Kurban Ruhsuz Bir Ritüel Değildir

Kur’an, yapılan ibadetlerin içinin boşaltılmasına karşı uyarılarda bulunur. Eğer infak, dua veya kurban bir bilinç ve bağlılık olmadan yapılırsa, Allah katında değersizdir. Hayvan keserek Allah’a yaklaşmak isteyen, ama sosyal adaleti yok sayan bir zihniyet Kur’an’a terstir. Bu, Enam 162–163 ayetlerinde şöyle açıklanır:

“De ki: Benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. Onun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben Müslümanların ilkiyim.”
(Enam 6:162-163)


Kurban, Vicdanlı Bir İman Eylemidir

Kurban aynı zamanda bir vicdan muhasebesidir. Allah’a yakın olmak için bedel ödemeyenler, insanlıktan da uzaklaşabilir. Tıpkı Kabil gibi... Bu yüzden kurban, Allah’a olduğu kadar insanlara da yönelik bir yaklaşımdır: Kardeşini öldürmeyen, bilakis ona hayat olan bir iman.


Sonuç: Kurban, Bilinçli Yakınlaşmadır

İslam’da kurban, sadece hayvan kesimi değil; bir değer sunumu, Allah’a yaklaşma gayreti, içten bir bağlılık ve takva göstergesidir. Kur’an’ın mesajı açıktır: Allah’a yaklaşmak, sevdiğimiz şeylerden O’nun rızası için vazgeçmeyi gerektirir. Herkes kendi iç dünyasında şu soruyu sormalıdır: “Ben Allah’a yakın olmak için neyi feda ediyorum?”

 

Doğrularım Allah’ın yanlışlarım benimdir.

Aydın Orhon

 

 

 

  Kader: İnsan İradesiyle Yazılan Yolculuk Kardeşim, kader konusu insanlık tarihi boyunca en çok tartışılan meselelerden biri olmuştur. Çü...